TALES OF CYPRUS yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” internet sitesinin yaratıcısı Konstantinos Emmanuelle arkadaşımız, Ayios Epiktitos yani Çatalköy’den İrene Karaca’nın öyküsünü kaleme aldı. Biz de araştırmacı-yazar, grafik sanatçısı ve akademisyen arkadaşımız Konstantinos Emmanuelle’in yazısını okurlarımız için derleyip Türkçeleştirdik özetle. Konstantinos Emmanuelle, şöyle diyor:
*** İrene Karaca, 16 Aralık 1931’de karma köy Ayios Epiktitos yani Çatalköy’de dünyaya gelmişti, köy Girne’nin dört mil yakınındaydı. Annesi Katerina Yannaku ve babası Mihalis Stavridis’in yedi çocukları vardı... Elenitsa (1926), Yanulla (1928), Kalomira (1930) ve İrini (1931), Andrikos (1934), Paris (1942) ve Stavros (1945).
*** İrene’nin annesiyle babası çok küçük yaşlarda nişan edilmişlerdi... “Annem 13, babam ise 16 yaşındaydı 1918’de nişan edildiklerinde” diye anlatıyor İrene. “Her ikisi de aristokrat ailelerden geliyorlardı. Küçük yaşlardan birbirlerini tanıyorlardı ve birbirlerine aşık olmuşlardı. Birbirlerine uyuyorlardı... Annemle babamın kavga ettiğini veya anlaşmazlığa düştüğünü hiç hatırlamam. Eğer tartışmışlarsa da bunu bizden iyi gizlemişlerdi... Anne-baba sevecense ve iyi davranışlara sahipseler, çocuklar da sevecen ve iyi insanlar olur... Ailemiz böyleydi işte” diyor.
*** Ayios Epiktitos (Çatalköy), Girne’ye dört mil uzakta ve denize yakın olsa dahi, İrene köyün sınırları dışına çıkmazdı pek. “Ben köyde doğdum, köyde yetiştirildim ve evleninceye kadar da vaktimi orada geçirdim” diye anlatıyor. Hasat zamanı İrene babasının tarlalarına giderek harnıp ve zeytin toplamaya yardım edermiş... “Altı mil yürürdük, her zaman akın arkadaşım Elli Aradibbudi eşlik ederdi bana. Bazan eşeğimizi de alırdık. O zamanlar ne kadar farklıydı düşünebilir misin? İki genç kız, tek başlarına köyden altı mil uzaklıktaki zeytinliklere gidiyorlar... Kimse bize incitmezdi ve hiçbir zaman da bizi birinin inciteceği hakkında kaygı duymazdık. Yolda gördüğümüz tek erkekler çobanlar olurdu ve onlar da bize her zaman dostane ve iyi davranırdı. O zamanlar Elli de, ben de çok mutluyduk. Birlikte zeytin toplar, şarkı söylerdik... O günlerde herşey farklıydı” diyor.
*** İrene 1930’lu ve 1940’lı yıllarda ailesinin çok büyük arazilere yayılmış harnıp ve zeytin ağaçları olduğu için atlatabildiklerini anlatıyor... “Babamın sahip olduğu arazi 110 hektardı... Arazideki ağaçlar çok yaşlı ağaçlardı ve yüzlerceydi... Arazimizden iki tane dere geçerdi ve bu dereden ağaçlarımızı sulardık... Zeytin ve harnıp ağaçlarının yanısıra ailemiz zeytinyağı da çıkarıp satardı. Kış aylarında babam işçi tutar ve onlar bize zeytin toplamakta yardım ederdi, yazın ise işçiler harnıp toplardı... Ben henüz çok genç olmama karşın babam beni hasattan sorumlu olarak koyardı ve tarlalarda çalışan işçilere bakardım...”
*** İrene köydeki ilkokula gitmiş fakat okulu bitirmemiş. Sabahları öğretmenin zili çalarak okul vaktinin geldiğini köye duyurduğunu hatırlıyor, okula yürüyerek gidermiş çocuklar. İrene okulu çok severmiş ve hatta her gün öğretmen için yemek pişirmek üzere seçilmiş. “Adı Bay Pallis’ti” diyor. “Tek başına, küçük bir kulübecikte kalıyordu, bu kulübecik de okulun avlusundaydı. Küçük bir mutfağı vardı ve her gün oraya giderek ona yemek pişirmem gerekiyordu...”
*** Diğer kızkardeşleri gibi İrene ortaokul ve liseye gidememiş. İrene’den evde kalarak annesine kendinden küçük üç erkek kardeşini yetiştirmeye yardım etmesi, evişlerinde ve tarlalarda da yardımcı olması beklenmekteymiş. “Çok üzülmüştüm ve düşkırıklığına uğramıştım, ortaokula gidemeyişimden ötürü. Benden büyük iki kızkardeşim ortaokul ve liseye gitmişler ve sonra da öğretmen olmuşlardı, öteki kızkardeşim de terzi olmuştu. Kızların en küçüğü ben olduğum için evde kalarak anneme yardım etmem bekleniyordu...” İrene’nin sesinden hayal kırıklığını okuyabilirdiniz...
*** Köyde Noel zamanı İrene ve kardeşçikleri için neşeli bir dönemmiş her zaman. Basit zevklerin zamanı olduğunu hatırlıyor bu dönemin... “Kiliseye gittikten sonra güzel bir yemek yiyorduk ve sonra da köyde dolaşarak akrabalarımızı ve arkadaşlarımızı ziyaret ediyorduk. Her bir yaşlı akrabamızın elini öpüyorduk ve armağan olarak bize bir kuruş vereceklerini umuyorduk. Eğer bir kuruş almışsak sevinçten dansediyorduk... Bir çocuğun basit bir armağan olan bir kuruşla ne kadar çok sevindiğini düşünemezsiniz bile...”
*** Çocukluğundan bir günü anlatmasını istediğimde İrene’nin gözleri parlıyor ve heyecanlanıyor... “Hatırlarım da ailemiz güneş doğmadan kalkardı, kuru ekmek ve ir fincan çay ya da Türk kahvesinden oluşan basit bir kahvaltı ederlerdi. Sonra da gün içerisinde çeşitli görevleri yerine getirmeye koşardık. Ablalarım Girne’de liseye giderken, küçük kardeşlerim köydeki ilkokula giderdi, babam da tarlalarındaki ağaçlarına bakmaya giderdi, ben de evde kalırdım, çamaşır yıkardım, ütü yapardım, annemle birlikte yemek pişirirdim. Akşamları, güneş batarken akşam yemeği için bir araya gelirdik. Akşam yemeğine ailece oturmak çok önemliydi. Babam masanın başına geçip oturmadan önce kimsenin yemeğe başlamasına izin verilmezdi. Bunu hatırlıyorum. Her gece ailece yemek yemek, büyürken en sevdiğim hatıralardan biridir. Yemekten sonra, yatma vakti gelirdi. O günlerde yapacak fazla birşey yoktu. Bazan bir gazyağı lambasının solgun ışığında kitaplarımızı okurduk. Babam da evde kalırdı. Babam geceleri kahveye giden adamlardan değildi. Belki gençliğinde daha maceracıydı ancak bir defa annemle evlenince düzgün ve sadık bir adamdı, bize bağlı bir babaydı...”
*** İrene’nin evinde yıl boyu temiz su vardı... “Kuyumuzdan çıkan su her zaman tatlı ve serindi” diyor. Pazar günleri İrene’nin ailesi en iyi giysilerini giyerek kiliseye giderlerdi... “Kilise çanı ikinci kez çaldığında babam bizi usul usul evin dışına çıkarırdı ve kiliseye doğru yürürdük. Köylülerin çoğu Pazar günleri kiliseye giderdi. Çocuklar önde yürürdü, anne babalarının önünde, sessiz biçimde...”
*** Yaz aylarında İrene, yakınlardaki Başiyammos sahiline giderdi annesi ve kızkardeşleri ve köyden diğer genç kızlarla birlikte. Bir kez plaja gittiler mi Akdeniz’in serin sularında yıkanırlardı, iç çamaşırları içerisinde... 1930’lu ve 40’lı yıllarda neden Kıbrıs’ta büyümeyi tercih ettiğini sorduğumuz İrene şöyle diyor: “O günlerde korku içinde yaşamazdık. 1950’li ve 60’lı yıllarda fasariyalar adayı etkisi altına almadan önce herkes birbiriyle çok iyi geçinirdi. Birbirimize güvenir ve saygı duyardık. Arkadaşım Elli ile köyün altı mil dışına kadar yürürdük, babamın tarlalarında, bahçelerinde çalışmaya giderdik, hiç korku duymazdık. Yolda kimi görürsek görelim, bize saygılı davranırlardı. Her zaman o günleri özlerim. Gün boyunca Elli ile birlikte hiç kaygıya ya da korkuya kapılmaksızın tarlalarda çalışabilirdik. Evet, bunlar en mutlu olduğum anılardır. O zamanlar mutluydum. Bugün insanlar korku içinde yaşıyorlar. Komşularımıza bile güvenemiyoruz. İnsanlar birbirlerine olan saygılarını kaybettiler. Kardeşler bile birbirlerine konuşmaz şimdi. Herşey kötüye gitti. Nedenini bilmiyorum. Belki nedeni para ve açgözlülüktür. Belki politikaya izin verirseniz bir toplumun ne düşünüp nasıl davranacağını değiştirmelerine izin verirseniz, olacağı budur...”
*** İrene, köyden Kıbrıslıtürkler’le ilişkileri hakkında da sevecenlikle konuşuyor... “Milliyetçi fanatikler kendi siyasi ideolojilerini adada dayatmadan önce ve EOKA, hayatı herkes için mahvetmeden önce, köyümüzdeki Müslümanlar ve Hristiyanlar kardeş gibi yaşıyorlardı. Birlikte oynuyor, birlikte yiyip içiyorduk, birlikte kutlama yapıyorduk. Hatırlarım da ninemin esmer tenli bir Kıbrıslıtürk arkadaşı vardı, en iyi arkadaşı buydu, yorgan dikerdi ve satardı bu kadın. Bekar bir kadındı, çocuğu da yoktu ve beni kendi kızı gibi severdi. Çoğu zaman bu kadının evinde, onun yatağında, onunla birlikte uyurdum... O kadar yakındık yani...”
*** İkinci Dünya Savaşı sırasında İrene, savaş uçaklarının başlarının üstünden geçtiğini ve köylülerden yeraltı sığınağı kazmaları istendiğini hatırlıyor... “Bizim evin bir bodrumu vardı, bazan orada saklanırdık” diye hatırlıyor.
*** İrene, eşi Yorgos Karaca’yla kendisi 26 yaşındayken tanıştırılmış. İki sene sonra evlenmişler, 10 Mayıs 1959’da... Yorgos, İrene’den altı yaş büyükmüş, Laptalı’ymış. İrene eşinin çalıştığı yer olan Girne’deki itfaiye yakınında yaşamak istediğini hatırlıyor, bu nedenle kaynatasından Girne’de ev inşa etmesini istemiş. Düğün gününü sorduğumuz İrene’nin sesi yumuşuyor... “Ah, düğün günüm” diyor... “Hala hüzünlenirim düğün günümü düşündüğümde... Pek çok köylümüz katılmadıydı düğünümüze. Annem iyi değildi, o nedenle köyde kapı kapı gezip her bir aileyi düğüne davet edememişti. O günlerde böyle yapılırdı. Daveti bizzat yapmalıydınız. Annem resmi olarak onları davet etmediğinden, köylüler de uzak durdulardı. Çok üzülmüştüm. Keşke ablam benim annemin yerine davet yapmama izin verseydi. Ama artık çok geçti...”
*** İrene ve Yorgos evlendikten sonra Girne’deki evlerine taşındılar, bu ev, Girne limanı ve Girne kalesinden on dakika uzaklıktaydı. Başlangıçta İrene kendini yalnız hissetmekteydi, Girne’de, ailesinden ve köyünden uzakta yaşamaktan ötürü üzüntülüydü... “Mahllemde başka kadınlarla tanışsam da, onlar gene de bana yabancıydı. Kendi ailemi ve kendi arkadaşlarımı özlüyordum” diyor. Ancak bir kez anne olunca, sıkılmaya vakit bulamayacaktı. Oğlu Marios 1960’ta, Mihalis 1963’de, kızı Anastasia 1963’te ve oğlu Peter de 1964’te dünyaya gelecekti. Dört çocuk sahibi olmak İrene’ye evde başını kaşıyacak zaman bırakmıyordu, eşi de polis ve sonra da itfaiyede itfaiyeci olarak çalışmaktaydı. Yorgos SKODA marka bir araba alınca, ailesiyle daha çok zaman harcayabilecekti, böylece adanın çeşitli bölgelerine seyahat da edebileceklerdi.
*** 1974 yazında İrene’nin dünyası sonsuza kadar değişecekti. Başarısız bir darbeden sonra Türk askerleri Girne yakınlarına çıkarma yapmışlar ve tüm bölgenin boşaltılması dayatılmıştı... “İşgalden bir gün önce kızım Anastasia ile birlikte komşudan eve dönüyorduk ki bir savaş uçağı başımızın üstünden gürültüyle geçti. Neden bu savaş uçağının Girne üstünden uçtuğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ancak içime bir korku sinmişti – sanki kötü birşeyler olacakmış hissiydi bu. Ertesi sabah çocuklarımla birlikte saat 6’da Türkler’in bombardıman sesleriyle uyanacaktık...”
*** İrene’nin eşi Yorgos, işgal esnasında itfaiyede çalışmaktaydı ve gece nöbetini tamamlamak üzereydi... “Eşim komşuyu telefonla aradı” diye anlatıyor İrene... “Yorgos, derhal dağlara doğru kaçmamız için kesin talimatlar vermişti. Hiçbirşey almadık yanımıza, kısa sürede geri döneceğimizi düşündük, komşumuz, eşi ve çocuklarıyla birlikte gittik – bu bir Kıbrıslı’ydı, Hollandalı bir kadınla evliydi ve Girne’den ayrılarak onun arabasıyla Balabayıs’a gittik. Yollar araçlarla, insanlarla dolu kamyonlarla tıkanmıştı, herkes kentten kaçmaya çalışıyordu. İşgal kuvvetlerini göremiyorduk fakat çevremizde bomba seslerini işitiyorduk. Ancak aracımız Balabayıs’a doğru yolu tırmanmaya başladığında Akdeniz’i gördik, gemilerle doluydu... Bunlar Türk donanmasına bağlı gemilerdi...”
*** O günün ilerleyen saatlerinde Yorgos, Balabayıs’a geldi ve korku içindeki ailesini buldu. Ertesi günü Lefkoşa’ya gittiler, Strovulo’da İrene’nin en küçük erkek kardeşi ve ailesiyle kaldılar... Ta ki kiralayacak bir ev bulsunlar... 1974’ün hatıraları İrene için hala bir karabasan gibi... “Bir gecede göçmen durumuna düştük. Kendi yurdumuzda yerimizden edilmiştik...” 16 Kasım 1975’te İrene ve Yorgos Karaca, Avustralya’ya gittiler, dört çocukla birlikte Kıbrıs’tan ayrılma kararı vermişlerdi. Yorgos’un Marulla adlı kızkardeşi zaten Melburn’da yaşıyordu ve ailenin Avustralya’ya gittikleri zaman kalacakları bir yer vardı...
*** Pek çok Kıbrıslı göçmen gibi Yorgos’un da ailesine yeni bir hayat kurabilmek için çabalarken Avustralya’da mütevazi bir başlangıç yapmaya razı olması gerekti. Düz bir işçi olarak bir fabrikada çalışmak gururunu kırmış, büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. İki yıl çalıştıktan sonra Melburn’da Sidchrome alet edavat fabrikasında iş buldu. İrene de, ailesini geçindirmek maksadıyla iş buldu. Preston’da bir halı fabrikasında iş buldu, burada dokumacı olarak eğitim gördü. 44 yaşındaki İrene ilk kez işgücüne katılmaktaydı hayatında... “Benim için çok zordu bu” diye başını sallıyor yavaş yavaş... “Düşünün gün boyunca fabrikada çalışıyordum, gece gelip yemek pişiriyordum, ailemi yedirmek için... Çok şükür idare ettim. Başka ne yapabilirdim ki?” diyor.
*** Avustralya’ya gittikten altı ay sonra, Yorgos ve İrene, kendi evlerini satın alacak kadar bir para biriktirmişlerdi. Preston’da küçük bir evdi bu ve 27 bin Avustralya dolarına satılıyordu. İrene’nin dört çocuğu da yakınlardaki okullara gönderilmişti, böylece bir tür normale dönme duygusu oluşturmaya çalışıyorlardı... Çocuklar ilk yıllarda Avustralya okul çevresine entegre olmakta zorluklar yaşadılar çünkü dil bilgileri sınırlıydı... Yorgos 23 Ocak 2011’de vefat etti. 2019 yılında bu röportajı yaptığımda İrene, ailesine ait Melburn’daki evde yaşıyordu. Ancak birkaç sene sonra o da vefat etti...
*** DİPNOT: Derler ki bir Kıbrıslı’ya ait olup olmadığını bir evin bahçesinden anlarsınız. İrene Karaca’yı böyle tanıdım. Bir sonbahar günü yürürken bahçesinde ekşi ve zeytin ağaçları olan, ön tarafta kolokas çiçeği olan bir bahçe farketmiştim. Merağıma dokanmıştı bu, böylece kapıyı çaldım. İrene’nin kızı Anastasia açtı kapıyı ve kibar biçimde annesiyle tanışmam için beni içeriye davet etti. Anastasia’ya o günkü konukseverliği ve annesinin öyküsünü belgeselleştirmeme yardım ettiği için çok teşekkür ederim...
İrene ve Yorgos Karaca'nın düğün resmi, Mayıs 1959...
İrene Karaca, Nisan 2019'da Melburn'daki evinde...
(Tüm fotoğraflar, “Tales of Cyprus” Facebook sayfasından alınmıştır.)
(TALES OF CYPRUS’ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN):