Çatışma günlerinde arada kalmış Kıbrıslıermeniler’in öyküsü: “Birlikte...” (3)

Sevgül Uludağ

Sıfır bütçeyle Asi Film’i oluşturan ve dostlarının gönüllü katkılarıyla Kıbrıslıermeniler’in yaşadıklarıyla ilgili belgesel film yapan Mine Balman ve Besim Baysal anlatıyor...

 

Mine Balman’la birlikte “Birlikte” başlıklı belgeselin yapımını gerçekleştiren Besim Baysal ise sorularımızı şöyle yanıtlıyor:

 

SORU: Sevgili Besim Baysal, böyle bir film düşüncesi nasıl aklınıza geldi?
BESİM BAYSAL: Ailemizde geçmişten gelen dostluk hikayeleri vardı. Dedem Victoria sokağında Delifer ustanın yanında çalışırdı. Büyükannemlerin Peruz hanımla dostlukları vardı hep anlatılan. Barikat açıldığında dedemin tam olarak yerini bilmeden dahi bisikletiyle Aydemet’e Sarkis dayının büfesine gittiğini hatırlarım. Bizim de duygusal hayatımızda doğal olarak büyük bir yer kaplardı bunlar. Yıllar sonra dahi olsa 1974 sonrası doğan bizler için bilinen bir tarihti ancak etrafımıza baktığımızda politik ortamlarda dahi olumlu veya olumsuz konusu geçtiğinde ülkemizde Kıbrıslıermeniler’in varlığının bilinmediğine tanıklık ediyoruz. Bu süreçler bizi üzüyordu ve düşüncenin doğmasına da, hayat bulmasına da vesile oldu deyebiliriz.
Düşüncemiz içinde bulunduğumuz toplumda oluşan veya oluşturulan geçmişin tahribatını, tarihsizleştirmeyi ve hafızasızlaştırmayı birazcık olsun durdurmak yönündedir. Bu sebeple ropörtajları Türkçe yapmak istedik. Türkçe bilenler belli bir yaşın üzerinde oldukları için yaşlı Kıbrıslıermeniler’le röportajlar gerçekleştirmek durumundaydık. Kıbrıslıermeni arkadaşlarımız yardımcı oldular ve Kalayciyan Vakfı’nın yaşlılar evinde üç röportajla başladık çalışmamıza.

SORU: Bu röportajlarda neler öne çıktı?
BESİM BAYSAL: Dostluklar ön plana çıktı. Bu dostlukların ne kadar sarsılmaz ve güçlü olduklarını gördük. Özlem ön plana çıktı. Evini, mahallesini arkadaşlarını özleyenleri ‘göresi gelenleri’ tanıdık. Göçleri ve üzüntüleri yaşattı bize röportajlar. Ganimetin ne kadar fütursuzca ve sistematik yapıldığını yaşattı. Bir süpürgenin bile bırakılmadığını, evlerin tamamen yağmalandığını anlattı. Madenlerden demiryoluna kadar birlikte verilen emek mücadelesi öne çıktı.
Spor ve özellikle futboldaki karşılaşmalar ve dostluklar anlatıldı röportajlarda. Geçmişi hatırlayıp hem mutlu olduk hem de hüzünlendik.
Tabi ki her zaman güzel şeyler; hayatta yaşadığımız mutlu anlar akılda kalıcı izler bırakır ya da biz güzel şeyleri anlatma paylaşma eğilimindeyiz diyelim.
Yani röportajlar ve bu belgesel bizim için sadece bir çalışma sadece bir hayata tavır değil, bir hissiyat, duygusal bir tepki ve refleks olarak da düşünülmelidir.
KıbrıslıErmeniler daha anneleri ve babaları doğup büyüdükleri toprakları terketmek zorunda kalmalarının verdiği psikolojik durumu aşmadan bu kez bizzat kendileri yeni bir göçmenlik durumu ile karşılaştılar. Yeni bir hayat kurmanın zorlukları her yanı sardı sarmaladı. Buna rağmen anlatılanların büyük çoğunluğu olumlu şeylerdi ve güzel dostluklardı.

SORU: Kıbrıslıermeniler ve Kıbrıslıtürkler’in şimdiki ilişkileri hakkında neler diyeceksin?
BESİM BAYSAL: KıbrıslıTürkler’le Kıbrıslıermeniler’in ilişkileri öncesine kıyasen çok çok farklı seyirde bir yol izledi. Kıbrıslıermeni gençler artık Türkçe konuşmuyorlar. Şu anki ilişkiler geçmişten bugüne devam edebilen dostluklar ya da iradi olarak oluşturulan ilişkiler. Bunları geliştirmek lazım. Çok kültürlü bir adada yaşadığımız herkes tarafından iyice idrak edilmeli.

 SORU: Bu film nelere vesile olabilir?
BESİM BAYSAL:
Karma bir hayatın, çok güzel dostlukların doğmasına neden olduğunu görüyoruz. Lefkoşa’da kozmopolit bir yaşamın ne kadar çok güzellik içinde olduğunu anlamamıza vesile olmasını umuyorum. Ülkemizde barışı, çok kültürlü bir hayata ne kadar çok tahammül edebilirsek oluşturacağız. Farklı kültürlere saygıya, çok kültürlü bir hayatın oluşturulmasına vesile olmasını istiyorum.

 

İki yıl önce Mine Balman “Özür Diliyorum” başlıklı yazısını yayımlamıştı:

 

“Kıbrıslı Ermenilerin o dönem TMT tarafından zorla sürgün edilmelerinden ve bugüne kadar yaşadığım topraklarda yok sayılmalarından ötürü özür diliyorum!”

Nisan 2015’te yani iki yıl önce Mine Balman’ın “Özür Diliyorum” başlıklı yazısını bu sayfalarda da yayımlamıştık…

İki yıl önce Mine Balman şöyle demişti:

“İçinde bulunduğumuz 2015 senesi, Anadolu’da bir buçuk milyon Ermeni’nin hayatını kaybetmesinin yüzüncü senesidir. 24 Nisan 2015 ise Ermeni aydınların İstanbul’dan sürgün edildiği, tehcirin başladığı gün ve “Ermeni soykırımını anma günü” olarak kabul edilen tarihtir. Türkiye resmi politikası çerçevesinde, yaşananın soykırım olup olmadığı, gerçekte Ermenilerin ölüp ölmediği, hava şartlarının o günlerde aşırı soğuk olup olmadığı, aslında esas katledilen halkın Türkler olup olmadığı, Ermenilerden özür dilenmesi gerekip gerekmediği üzerinden çeşitli tartışmalar yürütülmekte, kitaplar ve tezler yazılmaktadır.

Resmi tarih ne yazıyorsa yazsın, 1915 soykırımı, Türkiye’ye yakın ama tamamen farklı bir coğrafyada, Kıbrıs adasında, bizlerin Ermeniler ile yolumuzu yoğun olarak kesiştirmiştir. Pek çoğumuz için bugün pek bir anlam ifade etmiyor olsa da, Kıbrıs’ta yüzyıllardır aynı toprağı, havayı, suyu ve ekmeği paylaştığımız Kıbrıslı Ermeniler yaşamaktadır; hem de M.S. 6. yüzyıldan itibaren. Kıbrıs’ta Lüzinyan krallarının Kudüs, Ermenistan ve Kıbrıs tacını giydikleri bilinmektedir. Ayrıca 12-16. yüzyıllar arasındaki Lüzinyan ve Venedik dönemlerinde adada konuşulan resmi dillerin birisi de Ermenice idi. Ada, Osmanlı idaresine geçtikten sonra, Ermeniler etnik bir grup olarak tanınmıştırlar. Osmanlı döneminde Abdülhamit ile İttihat ve Terakki’nin 1894-1896, 1909 ve 1915-1923 yıllarında Anadolu coğrafyasında yaşayan Ermenilere karşı gerçekleştirdikleri katliam ve sürgün eyleminin bir sonucu olarak Ermenilerin kaçabilenleri Kıbrıs’a da sığınmıştır. Kıbrıs’ta halihazırda yaşamakta olan Ermenilerin nüfusunda yaşanan artış bu şekilde gerçekleşmiştir. Ölümün korkunç nefesinden kurtulan 10,000’in üzerinde Ermeni, Lefkoşa ile Alevkayası’ndaki Ermeni manastırlarına sığınmak zorunda kaldılar. Sığınan Ermenilerin bazıları adada kaldılar, bazıları ise adayı transit bir yer olarak kullanarak çeşitli ülkelere göç ettiler. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde, Ermeniler kendi tercihleri ile Kıbrıslıelen halkı içerisinde dini bir grup olarak tanımlanarak bir temsilci ile mecliste temsil edilme hakkı elde etmişlerdir. Adada yerleşik hale geçen birinci ve ikinci nesil Ermeniler Limasol, Mağusa, Larnaka gibi şehirlere yerleşmelerinin yanında çoğunlukla Lefkoşa’da Arabahmet Mahallesi’nde Ermeni Sokağı olarak bilinen Viktoria Sokağı’nda yaşamaktaydılar.

Gabriel Garcia Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık” isimli kitabının arka kapağında kitabın içeriği kadar etkileyici bir paragrafla kitabın ortaya çıkışını şöyle anlatır: “Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı büyük bir dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım.”

Balkan Savaşı sonrası ve Birinci Paylaşım Savaşı’nın içinde büyük bir politika değişikliğine giden iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi, Osmanlı Devleti’nin elinde kalan toprak parçasında ulus devlet kurma hedefini faaliyete koydu. Özellikle Ermenilerin bu politikanın önünde çok büyük engel oluşturdukları düşünüldüğünden Anadolu Ermenileri tümden yokedilmeliydi. Hayatta kalabilen Ermeniler adamıza sığınmıştı. Gayet iyi ve akıcı Türkçe konuşan Kıbrıslıermeniler ile Kıbrıslıtürkler’in hem dostluk hem de iş ilişkileri oldukça iyiydi ve karma mahallelerde birlikte yaşıyorlardı. Ancak çok geçmeden Kıbrıslıermeniler için tarih tekerrür etti. 21 Aralık 1963’te Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslıelenler arasında başlayan çatışmalar sonrasında hem Arabahmet mahallesinde hem de Kıbrıslı Türklerin çoğunlukta olduğu Köşklüçiftlik, Karamanzade gibi diğer mahallelerde yaşamakta olan Kıbrıslıermeniler, Kıbrıslıtürkler’in yeraltı örgütü TMT tarafından evlerini terk etmek ve Kıbrıslıelenler’in yaşadığı mahallelere göç etmek zorunda bırakıldılar. Komşumuz olmaları önemli değildi, Türk resmi tarihine göre Ermeniler hain bir halktı, Kıbrıslıelenler gibi onlar da Hristiyandı ve artık aramızda yaşamalarına izin verilmemeliydi! 1963 yılında çatışmalar Lefkoşa’yı esir aldıktan sonra, 19 Ocak 1964’te Ermeniler Kıbrıslı türk tarafında kalan evlerini terk etmek zorunda bırakıldılar. Bazı Ermeniler Şubat-Mart 1964 arasında evlerine dönmeye çalışsalar da üç saat içerisinde evlerini terk etmeleri konusunda TMT tarafından tehdit mektubu almaları üzerine anlaşılmıştı ki; Ermeniler için hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı ve evlerine dönmeleri artık imkansızdı. Büyükannesinin Gabriel Garcia Marquez’e anlattığı hikayeler gibi benim büyükannem de Köşklüçiftlik’te yaşayan Kıbrıslıermeni komşularımızın dostluk hikayelerini anlatırdı bana. Mahallemizin Kıbrıslıtürk, Kıbrıslıelen ve Kıbrıslıermeniler’in yaşadığı karma bir mahalle olmasının ne kadar güzel olduğunu, Paskalarda, Bayramlardaki paylaşımları, Ermenilerin düzgün ve akıcı Türkçe konuşmalarını… Baskı ve korkutmalarla bir gece mahallemizdeki Kilise’ye sığınmalarını, sonra da “sınır”ın diğer tarafına bir kez daha gelmemek üzere kaçmalarını… Hep merak ederdim; biz Kıbrıslıtürkler’in Kıbrıslıermeniler’e tarihsel anlamda yaşattığımız bu ikinci sürgünden ötürü bizlere nasıl duygular beslediklerini. Benimse çocuk aklımla hissettiğim tek duygu utançtı! 1966 yılı civarında Ermenilere “sınırlar” açılmış ve Kıbrıslıtürkler’in idaresindeki bölgeye geçerek evlerini, iş yerlerini Kıbrıslıtürkler’e çok ucuza satmaları için fırsat tanınmıştı. İtiraf etmiyoruz belki ama içimizdeki ganimetçiliğin ilk tohumları, aslında 1974’ten çok önce, 1960’ların sonunda atılmıştı. Sudan ucuza fiyatlarla hangi Ermeni’nin evini kimlerin aldığı bugün hala aynı duygusuzlukla anlatılmaktadır. Özellikle o dönemde Kıbrıslıtürk burjuva sınıfı TMT’nin Ermenileri evlerinden sürmesini ekonomik anlamda kalkınmak için kullanmıştır.  Tıpkı Anadolulu Ermenilerin mülkleri üzerinden büyüyen Türk burjuvazisi gibi…

2004 yılında sınırlar açıldıktan sonra, ben büyürken kalbimde de büyüyen burukluk ve utancın, gerçek hayattaki mağduru olan Kıbrıslıermeniler’le tanışmak, hem ailelerinin Kıbrıs’a sürgün gelişlerini, hem de biz Kıbrıslıtürkler’in onları sürgün edişimizin hikayelerini onların ağzından da öğrenmek istedim. Aralarında komşularımızın da olduğu pek çok Kıbrıslıermeni ile tanıştım. Bu yazıyı yazarken, 2005’te bir solukta okuduğum Baskın Oran’ın Manuel Kırkyaşaryan’ın ses kayıtlarını çözerek yayına hazırladığı “M.K. Adlı Çocuğun Tehcir Anıları” isimli kitabını bir kez daha karıştırdım. Manuel Kırkyaşaryan da yolu Kıbrıs’a düşen Anadolulu bir Ermeni’ydi. Gerçek hikayeler ve yaşanmışlıklar bu denli çevremizdeyken, görmezden ve bilmezden gelme halimizin ne kadar bencilce olduğu bir o kadar aşikar!

Geçmişle samimi şekilde yüzleşmek, ülkemizde gerçek barışın gelmesi için önemli ve gereklidir. Bizler eğer bu adadaki tüm halkların ve etnik grupların barış ve kardeşlik içerisinde yaşamasını murat ediyorsak, Kıbrıslıermeniler’den; 1964’te TMT tarafından zorla sürgün edilmelerinden ve bugüne kadar Kıbrıslıtürkler tarafından yok sayılmalarından ötürü özür dilenmesi gerekmektedir! 51 yıl önce, hiç bir sorun yaşamadığımız Kıbrıslıermeni komuşularımızın evlerinden göç etmelerine sebep olmamıza ve/veya göç etmelerine göz yummamıza rağmen, ne 1960larda, ne 1974’te adanın bölünmesinden sonra, ne de bugüne kadar geçen süreçte Kıbrıslı Türklerin hiç bir siyasi iradesi Kıbrıslı Ermenilerden özür dilememiştir. Oysa ki, evlerinden defalarca göç etmek zorunda kalmış, her şeyini kaybetmiş Kıbrıslıtürkler’in, Kıbrıslıermeniler ile empati kurabilmesi zor olmamalıydı! Dahası; ganimetçiliği ve göçü, zenginleşmek için kullanan bir halk olarak her fırsatta evimizden köyümüzden zorla koparılışımızla ilgili ajitasyon yapmayı gayet iyi bilmemize rağmen, aynı şeyler başkasına yapılınca gözlerimiz kör, kulaklarımız sağır olabiliyor!

Gabriel Garcia Marquez’in yazdığı gibi belki bu yazıyı hiç şaşırmadan okuyacak olanlar olacaktır çünkü bu yazı onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamaktadır.  Anadolu’daki yüz yıllık yalnızlığa, kendi ülkemdeki, kendi halkımın duyarsızlığı da eklenince insan nefessiz kalabiliyor!

Kıbrıslıermeniler’in o dönem TMT tarafından zorla sürgün edilmelerinden ve bugüne kadar yaşadığım topraklarda yok sayılmalarından ötürü özür diliyorum! Köşklüçiftlik’teki Ermeni Kilisesi’ne hiç bir saygı gösterilmeden özel konuta ve Ermeni Protestan Kilisesi’nin El Sanatları Kooperatifi’ne dönüştürülmesinden, yıllarca Viktoria Sokağı’nda atıl durumda bulunan Ermeni Manastırı’nın oldukça geç restore edilmesinden, Alevkayası’nda bulunan Ermeni Manastırı’nın yağmalanarak yıkılmaya terk edilmesinden, Viktoria Sokağı’nın adının değiştirilmesinden, evlerinizdeki, mahallenizdeki izlerinizin hunharca sökülüp atılmasından ötürü tekrar tekrar özür diliyorum!

(3 Nisan 2015/Mağusa Kapısı’nda gerçekleşen 100. yıl anma sergisi sonrası kaleme alınmıştır…)

(Mine Balman – NİSAN 2015)