Cemaatçilik, her ne kadar ilk başlarda dini bir anlam içerse de zaman içerisinde kullanımı genişleyerek toplumsal ilişki/konumlanışları tanımlamak için kullanılır hale geldi.
Özellikle kapalı, kapatılmış veya geç modernizm yaşamış toplumlarda cemaat ve cemaatçilik bilincinin yüksek olduğunu görürüz. Yandaşlık, ‘adam’ kayırmaca, bölgelilik, ‘bizim taraflılık’ sol cemaatçilik, kuşak cemaatçiliği, kültürel ve etnik cemaatçilik… Bunları çoğaltmak mümkün.
Kıbrıslı Türkler’in durumuna kuş bakışı bakacak olursak, cemaatçiliğin, her türlü toplumsallığın önüne geçtiğini, cemaatçiliğin kendisinin toplumsallaştığını görebiliriz. Kamu içerisinde yandaşlığın, Baflılık, Limasolluluk, Mağusalılık, Ayorgililik vs gibi bölgeciliğin, sol yapılar içerisinde gelişen dışa kapalı, içe doğru büzüşen ilişkilerin; yemek, nostalji, kimlik simgeleri üzerinden şekillenen kültürel cemaatçilik gibi küçük birimlerden başlayıp genel kapsayıcı anlatılara (Kıbrıslılık) kadar uzanan bir cemaatçilik hali hâlâ Kıbrıslı Türkler’in sosyal yaşantısının ve topluluk bilincinin etkin unsurlarından biridir.
Sömürge olarak oluşmuş, kapatılmış ve kimliksizliğe hapsedilmiş bir topluluğun, kendi içinde de kapalı küçük otoriter rejimler üretmesi kaçınılmazdır. Aslında küçük küçük cemaatlere bölünmüş toplum ve bilinci, günün sonunda bünyesinde barındırdığı ve cemaatleştikçe de büyüttüğü eksikliklerin, yetersizliklerin ve kendini oluşturamama kuvvetinden yoksunluğun ifadesi olarak karşımıza çıkıyor.
I
Blanchot, “İtiraf Edilmeyen Cemaat” eserinde, niçin cemaat sorusuna, eksiklik/yetersizlik ilkesini gündeme getirerek cevap verir:
“Her varlığın temelinde bir yetersizlik (eksiklik) ilkesi vardır. Bu bir ilkedir… bir varlığın imkanına hükmeden ve bu imkanı düzenleyen ilke budur… Yetersiz varlık, bir bütünlük tözü oluşturmak için başka bir varlıkla birleşmeye çalışmaz. Yetersizlik bilinci, gerçekleşmek için ötekine veya bir ötekine ihtiyaç duyan bilincin kendini sorgulamasından kaynaklanır. Varlık tek başına, kendine kapanır, uykuya dalar ve sakinleşir.*
Cemaatçi yaşamın kendinisini gerçekleştirmek için ihtiyaç duyduğu öteki, varlığına yönelik sürekli tehdit ve risk unsuru oluşturan -potansiyel- düşmandır.
Daimi bir titreme hali. Korku, kaygı ve endişe ile başlayan bu titreme; paranoya, nefret söylemi ve her türlü kendi dışı varlığın potansiyel bir tehdit oluşturucu öteki olarak şeytanlaştırılmasına kadar yayılabilir.
Kuşkusuz, her varoluş, öteki ile, kişinin karşısındaki ile kurduğu ilişki ile şekillenir. Dolayısıyla varoluş ilişkiseldir. Fakat bu ilişkiselliğin mayası korku, tehdit, risk ve güvencesizlikle yoğuruluyorsa, eksiklik/yetersizlik bilincinden sızan da günün sonunda içe kapalı bir cemaatçilik rejimi olacaktır.
II.
Cemaat bilinci sürekli olarak taşıyıcılarının kendilerini güvende ve rahat hissedeceği bir alan ihtiyacı üretir. Cemaatçi, ötekinin, kendi benine yönelik tehdit edici varlığından ancak görünür veya görünmez duvarlarla örtülü bir eve sığınarak korunabilir. Bauman, bu ev örneğini, Akışkan Modernite kitabında şöyle açıklar:
“Cemaatçi öğretinin cemaat dediği şey, büyük ölçekte bir evdir. (Kişinin kendisine inşaa ettiği ya da edindiği bir ev değil, içinde doğduğu, köklerini, varlık sebebini oradan başka bir yerde arayacayacağı bir aile evidir). Bu ev, şu günlerde pek çok kişi için bizzat içinde yaşadıklarından çok, güzel bir peri masalında olabilecek türden bir evdir.”**
Ev olarak cemaat, günün sonunda kişinin gevşediği, kendi gibiler arasında ‘güvende’ hissettiği, dışarının ‘karanlığından’ içerinin ‘aydınlığına’ sığındığı, ötekinin ‘kötücüllüğünden’, içerinin mutlak ve ideal ‘iyiliğine’ dayandığı bir alan olur.
Bu idealize edilmiş, nostaljik, kültürel simgeler yığınıyla doldurulmuş ve aslında inşaa edilmiş cemaat evi, içindekileri ‘rahat’, ‘güvende’ ve ‘sıcak’ hissettirdiği gibi aynı zamanda ufku dar, her türlü ötekini şeytanlaştırmaya eğilimli, her türlü toplumsal/etik/politik değerin kendi küçük bencil çıkarları içerisinde yok edildiği, paranoyak bir insan/topluluk yapısı oluşturur.
Aslında tam da kendi öz-oluşunu tamamlamaktan kaçınan, evin ve cemaatin sınırlarının ötesini tahayyül edemeyen eksik ve yetersiz topluluğun varoluşsal kararsızlığı, bir yandan daha fazla cemaat ilişkileri üreterek kendisinin içindeki eksiliği gidermeye çalışırken diğer yandan da daha fazla öteki hıncı üreterek konumunu meşrulaştırmaktadır.
Bauman’ın yine aynı kitabında yaptığı Jock Young altınısının altını çizmek gerekirse: “Başkalarını şeytanlaştırma arzusu, içeride olanların ontolojik kararsızlığına dayanır.”
Bu cümleyi bir de sürekli olarak kimlik bunalımı ve kararsızlığı yaşayan ve bunu üreten Kıbrıslı Türkler’in konumunu, Kıbrıslılığı göz önünde bulundurarak okumayı deneyin.
III.
Kıbrıslı Türkler’in ontolojik eksikliğinden kaynaklanan, son yıllarda geliştirdiği en görünür ve kötücül semptomlarından biri cemaatçi tahayyülün ve sömürge hıncının dizginlerinden boşalırcasına salıverilmesidir. Bunun iki şekilde değerlendirebilmek mümkün.
İlk olarak yukarıda açıklamaya çalıştığım cemaatçilikten kopamamak, hatta tam aksine bunu yeniden üreten bir konumda olmayı ele alalım. Her bir değişim kırıntısına şiddetle karşı çıkan, ondan sakınan; ama ortaya yeni ve anlamlı bir değişim iradesi de koyamayan, bunu inşa edemeyen; kendi çizdiği kültürelci ve nostaljik Kıbrıslılık duvarlarının içine sıkı sıkıya kapanan bir cemaatçilik, hınçtan ve korkudan başka bir şey üretmemektedir. Dolayısıyla Kıbrıslı Türklerin tek bir yaratıcılığı vardır, o da sadece bir tepkisellikten ibaret olan hıncın yaratımı.
Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü isimli çalışmasında bunun bir köle ahlakı olduğunu söyler.
“Köle ahlakı”nı Kıbrıslı Türkler için “sömürge hıncı” ve “sömürge ahlakı” diye okuyabiliriz:
“…bu gerçek tepkiden, eylem tepkisinden yoksun olan ve kendilerini yalnızca, kurmaca bir öç yoluyla zarardan koruyan yaratıkların hıncıdır… köle ahlakı oluşmak için ilkin hep bir karşı ve dış dünya gereksinir, … en ufak bir eylemde bulunmak için bile dışa uyarımlara gereksinim duyar. Eylemi, temelinde bir tepkidir”***
Ankara’nın Kıbrıslı Türkler’e yönelik müdahale ve dayatmalarına gösterilen tepkilerden tutun da, trafikte kaza yapan yabancı öğrencilere yönelik nefret söylemlerine kadar en genelden en dar kapsamına, yukarda bahsettiğimiz cemaatçilik, sömürge hıncı, köle ahlakı devrededir. Toplumsaldan çok cemaatçi bir bilinç taşıyan Kıbrıslı Türkler büyük ötekilerinden küçük ötekilerine kadar, sığındıkları kültürelci/nostaljik evlerinden hınçtan başka bir şey üretmemektedir. Günün sonunda dışı ne kadar boyanmış ve cilalanmış olursa olsun, o ev kaçınılmaz olarak kolonlarından çürüme, rutubet ve körleşme salgılayan bir hapishaneye dönüşmüştür. Güvence, rahatlık ve ‘varoluş’ için sığınılan, arzu edilen yerin bir kimlik hapishanesi olduğu görülmüyor.
İkincisine değinecek olursak, burada da ontolojik olanın, tarihsel olanla kesişmesini görürüz. O da sömürge olarak oluşmuş bir topluluğun, tarihsel süreç içerisinde -ve de güncelde- kendisini geliştirmek, oluşturmak ve o huzursuz kaygısını, varoluşsal eksikliğini gidermeye dair araç, aygıt ve mekanizmalardan mahrum bırakılması, iradi bir varlık olarak ne anası ne de ortaklık talep ettiği elenizim tarafından tanınmasıdır.
Varlığı her daim yok sayılmış ve dolayısıyla nesneleştirilmiş bir topluluğun yaşadığı yabancılaşma, eklemlenme ve sömürgeleştirme süreçleri kaçınılmaz olarak böylesine güçlü bir cemaatçiliği geliştirecek ve pekiştirecektir. Dolaysısıyla bu kahrolasıca cemaatçilik, bir tercih değil, yaratılmış, icat edilmiş, tahayyül edilmiş bir girdaptır. Bunu biz seçmedik, içine doğduk. Ama içine doğanlar içine doğdukları duvarlar arasında o kadar rahat ve memnun ki, kendi hınçlarında, soluklaşmakta; varoluş kavgalarında tükenmekte ve huzursuz gürültülerinde sessizleşmekteler.
*Maurice Blanchot, İtiraf Edilmeyen Cemaat, s14-15 / Ayrıntı Yayınları
**Zygmunt Bauman, Akışkan Modernite, s249 / Can Yayınları
***F. Nietzsche, ahlakın Soykütüğü, S29-20 / Kabalcı
__________________________________________________________________________________
Dipnot: Bu yazıyı sevgili Umut Bozkurt’a ithaf ediyorum. Umut geçtiğimiz günlerde sosyal medyadan şu paylaşımı yapmıştı: “bir kaza yaşanıyor. Suçun faili bir “yabancıysa” hele de Afrikalıysa, Kıbrıslılar coştukça coşuyor. İçlerindeki ırkçı zehir dillerine vuruyor. Genellemeler, aşağılamalar, neler neler. Aslında biz Avrupaiyiz de bu “Araplar” geldi bunun içine etti gibi zavallı cümlecikler. Bir de Kıbrıslı romantizmi. Bunun içinde kaç kişi kaldık da bilmemne. Çünkü Kıbrıslılar suç işlemez. Fail hep yabancılar! Ortalama Kıbrıslı Türkiye’den gelen işçinin ucuz emeği sayesinde görece ucuz fiyata apartman dairesi satın alır ama yazın denize donla girdi diye Türkiyeli işçiyi hor görür. Ortalama Kıbrıslı yurtdışından gelen 80.000 öğrenciyle ekonomisini çevirir, pandeminin içinde online eğitime başladı diye üniversite yönetimine baskı yapar ama bir senelik ev kiraları isteyerek bu öğrencilere eziyet eder. Ortalama Kıbrıslı bir Afrikalı suç işlediğinde bunun ardındaki farklı sebepleri hiç düşünmeden (tüccar mantığıyla bir sürü üniversite açmak, altyapı sorunlarını çözmeden buraya çok öğrenci çekmek, Afrika'dan gelen, para aklama, uyuşturucu ve kadın ticaretiyle uğraşan gençlerin doğru dürüst derse gelmeden üniversiteye devam etmelerine göz yummak) hemen kestirmeden yargısına varır: zaten bu “Araplar” her çeşit pisliğin içinde var. Hepsini geri göndereceng gardaçcığım. Evet bu sizin çok romantize ettiğiniz Kıbrıslılık hali, böyle dışarıdan geleni bu kadar öteleyen, potansiyel suçlu gören, dar kafalı, içine kapalı bir cemaatçilikse çok sağolun ama ben almayayım ondan…”