Cenaze töreni…

Sevgül Uludağ

Baf için beste ve şiirler yazmış, şair ve bestekar Hüseyin Irkad’ın cenaze töreni…

 

ULUS IRKAD

Bizim peder, yani babam hayattayken nüktedanlığıyla da tanınmıştı. Cenazesinin de nükteli olacağını nereden bilebilirdi ki. On altı sene önce yani 2004 yılında evde yalnızken, ecel onu küçücük köpeğimiz Yumoş’a fıstık yediririrken bulacaktı. Ölümünden sonra verilen sağlık raporuna göre ansızın emboli gelmiş (Gerçi ben de pek bu sağlık açıklamalarından anlamam ama…) ve onu alıp götürmüştü aramızdan. Birkaç saat önce onu kahvehanede konuşurken görenler için de ölümü oldukça sarsıcı olmuştu. Peder sağlığında da nüktedan bir insandı. 1963-64 hatta 74 savaşlarında Baf’ta da nüktedanlığı bırakmamış, kahvehane veya Ülkü Yurdu Kulübü’nde hep o komik fıkralarıyla halkı kırıp geçirmişti. Bu yüzden şair olmasından ötürü enklavlardaki baskıları ve yaşantıyı da taşlamalar şeklinde yazdığı binlerce şiirde ifade etmiştir.

1993 yılında Doğu Akdeniz Üniversitesi İngilizce Hazırlık sınıfında eğitmenlik yaparken sabahleyin kalkmış ve tıraşını olup okula gitmeye hazırlanırken ilk kalp krizi kapıyı çalmıştı. Saat altı sularında telefon çalmış ve annemin heyecanlı sesiyle babamın kalp krizi geçirmekte olduğu ama daha doktorun oraya gelemediğini haber almıştım. Eve vardığımda peder hala daha yerde kıvranmaktaydı ama ne hastaneden, ne de özel bir doktordan daha sinyal alamamaktaydık. Herkes çaresizdi ve ben derhal Mağusa Hastahanesi’ne arabamla yetişerek doktor veya ambulans şöförü aramaya koyulmuştum ama heyhat ortalıkta ne şöför, ne de doktor vardı. Hastahane görevlilerine eriştiğimde bir tanesinin tuvalette, diğerinin de elinde hiçbir yetki olmadığı için orada beklemekte olduğunu gördüm. Doktor, orada olmamasına rağmen şöförü toparlayarak ben önde o da arkada eve gelip hiç olmazsa yerde acıdan kıvranmakta olan pederi hastahaneye yetiştirmesini sağladım. Ondan sonra yaşadığı onbir sene pek de iyi olmadı pederin. Her an için kriz geçirip ölecek şeklinde bir tasamız oldu. Ama tuhafı şu ki o hayata daha fazla bağlandı. Krizden sonra bilgisayarı öğrendi, tüm Mağusa’da tanınmış bir bilgisayarcı oldu. Bilgisayarım için onun sayesinde 2004 yılına kadar ne tamir, ne de program parası verdim.

1974 öncesi Baf’ta öğretmendi (Lise’de İngilizce Öğretmeni), daha sonra Mağusa’da Halkla İlişkiler Müdürlüğü ve Kaymakam Yardımcılığı da yaptı.

Peder çok yoğun yaşadı. Son iki sene kalbi oldukça sıkıştığından dolayı Ankara’da bypass oldu ama bu ameliyat onu sadece iki sene yaşattı. Bypass olmasına rağmen halk hareketleri başladığında telefonu alıp radyolarda coşkulu şiirler okuyan ve konuşmalar yapan kendisiydi. Elbette ki yıpranmaktaydı. Onun gibi bir hasta bu yükü nasıl çekebilirdi ki? İşte o gün gelip çatmıştı. Bizim pederi, beklenen bir sonuç olarak kaybetmiştik. Hiçbir zaman yenilgiyi ve ölümü kabul etmeyen bu ihtiyar- genç adamı… Hayatı boyunca yüzlerce şiire, Baf üzerine ve enklavlar üzerine yazılan yüzlerce şiire imza atan bu adamı da kader gelip vurmuştu. Dikkat etseydi daha yaşayabilir miydi? Olabilir. Belki de onu hayata bağlayan bu tavırlarıydı. Bir köşeye çekilseydi daha da erken gidebilirdi, kim bilir... Tabii bu arada yüzlerce fotoğrafa ve yine onlarca unutulan ve notalara geçmeyen besteye de imza atmıştı. Şu sizin devamlı olarak radyolardan dinlediğiniz “Ben Baflıyım Güzelim” şarkısı da öyle. Ama o bestelerin çoğu kaydedilmediği için havaya uçup gitti de…

Cenaze töreni, Lala Mustafa Paşa Camisi’nde olacaktı. O gün bir cenaze daha vardı. Seksen yaşlarında bir Gurbet (Çingene) vatandaşmış ölen. Gurbetlerin içimizde yaşayan bir grup olduğunu herkes bilmektedir. Peder hayatı boyunca böyle insanları da hiç diğer insanlardan ayırmamıştır. Hayatın işine bakın ki hayatları boyunca belki de karşılaşmamış olan bu iki insan hep birlikte şu anda toprağa gömülmektedirler. Pederin tanıdıkları çok. Sendikalardan, örgütlerden devamlı bir yığın çelenk gelmektedir o saatlerde. Hatta Güney Kıbrıs’tan on-onbeş kişilik bir arkadaş kafilesi de çıkıp gelmiştir. Ama sayısı az bir grup Gurbet vatandaş orada olmasına rağmen, Gurbet amca için ağlayıp bağıranlar oraya bizim peder için toplanan kalabalıktan daha da çok ses çıkarmaktadır.

-Ammaaaan bubaaaa! Da nereye gidiyon da bizi bıraktın bubaaaaa…!

Gurbet kadınların çığlığı ortalığı kaplamaktadır. Bu arada insanlar gelmekte ve çelenkleri bizim pederin tabutuna koymaktadır. Tabi o kadar fazla çelenk gelmiştir ki yanındaki musalla taşındaki Gurbet amcanın da tabutuna çelenkler taşmaktadır. İşte o anda dikkat ettim, kızlarından biri o gelen çelenkleri babasının üzerine koymaya başlamıştır. Ona seslenmek gelmedi içimden. Doğanın insanoğluna eşit paylaşımı hatırlattığı bugünde böyle bir hareket bizim kültürde olan insanlara yakışmaz. Zaten bu insanların toplum içerisinde de ne kadar aşağılandıklarını bilmeyen de yok. Baktım okul, parti ve sendikalardan gelen birkaç çelenk de Gurbet amcanın tabutuna konmuş. Hatta Cumhurbaşkanlığı’ndan gelen bir çelenk de o tarafa pas edilmiştir gizlice. Ama ağlama şekilleri de değişmiştir.

- Bak bubaaa, bunca ahali senin için geldi buraya bubaaaaa…! Bak da Cumhurbaşkanları da, Başbakanlar da ayağına çelenk gönderdi bubaaaa…! Galabalıklar senin için ağlayıyor bubaaaa...!

Olsun be dedim. Peder de şimdi yaşasa bu olayı bir punduna getirip öyle bir yazardı ki oradakilerin hepsi kahkahadan kırılırdı. Tam benim pedere göre bir cenaze töreniydi. Kim bilir o saatlerde tabutunun içinde hangi şiirinde veya hangi fıkrasında bunu yansıtacak diye düşünüyordu, kim bilir...

Gurbet kadınlarının çığlıklarını hala daha anımsıyorum:

-Galk bubaa da göresin, bütün ahali senin için ağlar da sana çelenk gönderdi bubaaaaaa….!

 


 

BİR KİTAP…

Savaşa ve ırkçılığa karşı bir masal: “Yüklerin en değerlisi…”

Jean Claude Grumberg’i 2016 yılında Türkçeye çevrilen çocuk kitabı “Çabuksığınlar” ile tanıyoruz. Bayan Çabuksığın ile Bay Çabuksığın ve üç çocuğunun yaşadığı göçmenlik sorununu anlatan kitap, çağımızın en önemli meselelerinden birine parmak basıyordu. “Çabuksığınlar”ın yazarı Grumberg, 1939’da Fransa’da doğmuş tiyatro ile gençlik kitapları yazarı ve senaristtir. Yazarın büyükbabası, Paris’in Drancy komününden 2. Paylaşım Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Polonya Auschwitz Toplama Kampı’na ölüme gönderilen bir Yahudi’dir ve Grumberg’in kitaplarında “ırkçılık, savaş ve göçmenlik” konularını çokça görürüz. Özellikle çocuklar ve gençler olmak üzere yetişkinlerin de ilgiyle okuduğu kitaplarda yazarın ailesinin yaşadıkları önemli bir yer tutar.

Yazar, savaş, ırkçılık ve göç gibi konuları çocuk romanlarında nasıl işlemiş olabilir ve tüm bunlar çocuk ve gençlere nasıl hitap eder, diye merak edilebilir. Yazarın son kitabını anlatmadan önce kitaplarının daha çok dokuz yaş sonrasını hedeflediğini, söyleyebilirim; ayrıca son kitabını masal türünde kaleme alsa da aslında yetişkinlere de yönelik olduğunu görüyoruz. Grumberg, konunun doğasından gelen sertlik ve acıyı, sık sık araya girerek hatta anlattıklarının gerçek hayatta bulunmadığını söyleyerek hafifletir. Böylece gerçek ve kurgu arasında gidip gelmemizi sağlarken aynı zamanda masalın ve gerçek hikâyenin arasında da gidip geliriz.

“Dünya Savaşı, evet evet evet evet evet.” Yazarın geçtiğimiz Mart’ta Türkçeye çevrilen son kitabı böyle başlıyor. Evet, konumuz Dünya Savaşı. “Yüklerin En Değerlisi”, 2. Paylaşım Savaşı sırasında Yahudi bir bebeğin ailesiyle birlikte toplama kampına giderken annesinin sütünün bitmesi sonucunda trenden gizlice dışarıya bırakılması ile başlar. Küçük bebeği, Tanrılardan çocuk dileyen ve “yük treninin Tanrılarının” ona bir bebek hediye ettiğini sanan oduncu bir kadın bulur ve çok sevinerek bebeği evine götürür. Kitabın devamı, bu “küçük yük”ün ve oduncu kadının yaşadıklarını, 1942’den Kızıl Ordu’nun 1945’teki zaferine kadar geçen süreyi kapsıyor.

    “Aslında ikizler en kötü zamanda dünyaya gelmiş, 1942 ilkbaharında. Dünyaya Yahudi bir çocuk getirmenin sırası mıymış? Daha da fenası, bir seferinde iki Yahudi çocuk. Onların böyle sarı yıldız altında doğmalarına izin vermeli miymiş? Bununla birlikte, onlar sayesinde, bundan eminmiş, 42 Noel’ini Drancy Kampı’nda hep birlikte geçirmişler.”

Grumberg “Bir Masal” adını verdiği anlatısına “Bir varmış bir yokmuş” şeklinde klasik bir giriş ile başlayıp “Parmak Çocuk” masalına atıf yapıyor, ancak yukarıdaki alıntıda da görülebileceği gibi zamanı ve mekânı belirsiz bırakmamış. İkizlerin doğduğu 1942’de, Drancy Kampı’nda daha doğrusu Fransa’da neler olup bittiğine baktığımızda Yahudi bir ailenin çocuklarının başlarına gelebilecekleri önceden tahmin edebiliriz. İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Fransa’daki Nazi işbirlikçisi Vichy Hükümeti ile Naziler arasında 1942 yılının Mayıs ve Haziran aylarında Fransa’da yaşayan Yahudilerin nasıl toplanacağına dair bir toplantı yapılır. Bu toplantılarda alınan kararlar gereği Fransız polisi, Paris ve banliyösünde yaşayan on üç binin üzerinde Yahudi’yi ev ve iş yerlerinden alarak Fransa içinde hazırlanmış toplama kamplarına yerleştirir. Drancy de bu kamplardan biridir ve başka ülkelerde de kurulanlar gibi bu kamplardaki birçok insan Polonya’daki Auschwitz İmha Kampı’na gönderilmiştir.

İşte 1942 yılında dünyaya gelen ikizler Auschwitz’e doğru anne ve babalarıyla birlikte yola çıkarlar. İkizler arasından süt bittiği için vazgeçilen şansız bebek ise aslında bir anlamda şanslıdır çünkü ölüm kampı Auschwitz’e çok az kala trenden çıkarılmıştır.

Kendisini hem mutlu hem de ölesiye endişeli, yani yeni anne olmuş gibi hisseden oduncu kadın, bulduğu bebeği eve götürür ancak kocası onun bir Yahudi çocuğu getirdiğini anlar anlamaz çocuğun evden gitmesini ister.

    “Kalpsizleri saklamanın yasak olduğunu ve ölümle cezalandırıldığını bilmiyor musun sen? Tanrı’yı öldürdüler onlar.” (Sayfa 22)

Bebeği bulan oduncu kadının kocası zorunlu olarak kamu görevindedir ve yiyecek ekmeği bile olmayan bu adamın ırkçılığının diğer yoksullarda da olduğu gibi din üzerinden inşa edildiğini görüyoruz. Kitapta “Kalpsizler” diye bahsedilenler Yahudilerdir ve İsa’yı yakmakla suçlandıkları için bu isimle adlandırılmışlardır. “Kalpsizleri avlayanlar” diye bahsedilenler ise Nazilerdir ancak oduncu kadının kocası onları, Tanrı’yı öldürenleri avladıkları için haklı bulmaktadır. Küçük bebeğin annesi ve ikiz kardeşi ise bu sırada “Polonya’nın kasvetli göğünün sonsuz derinliklerinde buharlaşırlar.” Aileden geriye ikiz kardeşlerden kız olanı ve baba kalır, babaya ise mahkûmların saçlarını tıraşlamak görevi verilir. Bu saçlar toplanarak çeşitli şekillerde kullanılmak üzere trenlerle gönderilmektedir.

1945’te Auschwitz’in özgürleştirilmesinin ardından öldürülen mahkumlara ait 7 ton saç bulunmuştur.

Grumberg’in masalını klasik masallardan ayıran diğer bir öğe de kişilerin iç dünyasının anlatılması olmuş. Önceden bebeği istemeyen oduncu kadının kocası sonradan bebekle yakınlık kurar hatta bu yakınlık onun için kendi canını verebilecek kadar ileri gider. Romanda bu değişikliğe giden başlangıç oldukça coşkulu bir dille anlatılıyor ve yüreğiniz ağzınızda okuyorsunuz.

    “Hissediyor musun? Hissediyor musun? Şu çarpan minik kalbi hissediyor musun? Hissediyor musun? Hissediyor musun? Kalpsizlerin de bir kalbi var.” (Sayfa 34)

“Minik Yük”, bu ailenin yanında büyüyerek küçük bir kız çocuğuna dönüşür böylece aile de ona çok alışacaktır. Bu yoksul aileyi hayata bağlayan küçük kızı başka oduncular fark eder ve küçük kızı ailenin elinden almak üzere görevlileri çağırırlar. Bu sırada Nazilerin en büyük ölüm kampı olan Auschwitz’te ise vahşet devam etmektedir. Avrupa’nın dört bir yanından gelen Yahudiler, Romanlar, Sintiler ve diğerleri Nazi güçleri tarafından kitlesel olarak öldürülmektedir. Tutuklular sağlık durumlarına göre burada tasnif edilirler ve sağlıklı olanlar çalıştırılmak için ayrılırken sağlıksız olanlar, çocuklar ve yaşlılar gaz odalarında Zyklon B gazı verilerek öldürülür. On binlerce kişi krematoryum denilen ocaklarda yakılır.

Gerçek hayatta kötü biten hikâyeler vardır ancak bir masal her ne kadar modern anlatı ile harmanlanmış olsa da kötü bir sonla bitebilir mi? Hayır, hayır… Masalların sonu her zaman iyi biter ve sonunda hep iyiler kazanır. Küçük kız ve oduncu kadın hatta tüm insanlık için her şeyin kötüye gittiği bir anda muhteşem bir şey olur. İşte insanlığın yaşadığı en kötü anlardan bir tanesinin nasıl sona yaklaştığını ise kafaları tıraşlayan tıp öğrencisi babanın arkadaşından duyuyoruz.

    “Kızıllar geliyormuş, kurukafalar sonunda donlarına sıçacak.” (Sayfa 51)

Masaldan gerçeğe doğru uzanalım. İnsanların acımasızca çalıştırıldığı, öldürüldüğü üç yılın ardından 27 Ocak 1945’te, çoğu Yahudi bir milyon yüz bin kişinin katledildiği Polonya’nın Krakov kentindeki Auschwitz Toplama Kampı, Sovyet Kızıl Ordusu tarafından kurtarılır. Kızıl Ordu’nun gelişi ve insanların sevinci kitapta büyük bir coşkuyla betimlenmiş. Bu bilgiden sonra tekrar masalımıza dönelim:

    “Ölüm gelmemiş ve kurtuluş kendini, keşfettiği dehşeti yuvalarından fırlamış gözlerle belli eden kızıl yıldızlı genç bir asker şeklinde sunmuş. Daha dün karın, kurukafalı kasketlilerin çizme ve kamçılarının hüküm sürdüğü yerde, sayısız minik beyaz çiçeklerle bezeli dipdiri ve gürbüz otlar bitiyormuş. İşte o an bir kuşun avaz avaz hayata dönüş marşını söylediğini duymuş.” (Sayfa 53)

Çok geçmeden kızıl yıldızlı uçaklar gri yeşillerin mevzilerini bombalar ve kalpsizlerin avcıları ya saklanır ya da Batı’ya doğru yol alır. Böylece yepyeni bir hayat başlar ve toplama kamplarında eski cellatlarla eski kurbanlar yan yanadır. Kamptan kurtulan babanın kızına kavuşup kavuşmadığını anlatmayacağım ya da oduncu kadın ve “küçük yük”e neler olduğunu. Siz yine de sosyalizmin ayak bastığı yerlerde küçük ve yoksul kızların da ileride adını başarıları ile hatırlayacağımız kadınlara dönüştüğünü bilirsiniz.

Masallar her zaman güzel sonla biter, evet bizim masalımız da güzel sonla bitti. Gerçek hayata baktığımızda ise ırkçılığın hâlâ can aldığını, kapitalizm tarafından beslendiğini çünkü bu alçak düzenin buna ihtiyaç duyduğunu görüyoruz. Dünyanın her yerinde ırkçılığa, eşitsizliğe ve sömürüye karşı ayağa kalkan büyük insanlığın masalının güzel sonla bitmesi için daha fazlasına, örgütlü hareket etmeye ve düzeni değiştirme iradesini ortaya koymaya ihtiyacı var. Masalların iyiliğinin iktidarda olmaya, hepimizin güzel sonlara ve güzel başlangıçlara ihtiyacı var.

 (AVLAREMOZ – Kaynak: Sol Gazete – Duygu Dombaz – 6.7.2020)