Descartes’le birlikte Modern Dönemi başlatan ikinci büyük isim olarak kabul edilen Miguel Cervantes de Saavedra’nın, ünlü romanı ‘La Manchalı Don Quijote’ (Manchalı Don Kişot) yayınlanalı (1604) üzerinden dört yüz on yedi yıl geçti. O gün bugündür okunan, üzerine çok şeyler konuşulup yazılan ve konuşulup yazılmaya devam eden ‘Don Kişot’, roman sanatında bir ilk olması yanında bir zirve olması bakımından ve de yine roman sanatının doğrudan hayat/ımız/la olan sürekli yaratıcı ve doğurgan ilişkisini örneklemesi açısından da dikkate değer.
Ciddi yapısal değişiklerle yeni bir çağı işaret eden Modern Dönem’de, düşünce ve bilim dünyasında Descartes’le başlayan dönüştürücü süreç, edebiyatta da Cervantes’in Don Kişot’uyla -romanla- yepyeni bir sayfayı çevirmiştir artık. Bu dev eserde çağ değişimi Don Kişot’un kişiliğinde müthiş serüvenler ve olaylar dizisi halinde ironik biçimde anlatılmaktadır. Orta yaşlı Don Kişot, şövalye romanları düşkünüdür, o kadar ki bu türden romanları okuya okuya kendisini şövalye olarak görmeye başlayacak ve yanlışları düzeltmek için yola koyulacaktır. Sadece bu mudur ‘romanı ve Don Kişot’u bugünlere kadar taşıyan ve vazgeçilmez kılan? Kuşkusuz değil.
Peki öyleyse ne? Konu üzerine düşünüp yazan sayısız yetkin isimden kimilerine kulak verelim:
“Varlığın unutulması..”
Kendi romancılık serüveninde Cervantes’i ve Don Kişot’u “Cervantes’in hor görülen mirasından başka bir şeye bağlı değilim” diyecek kadar önemseyen Milan Kundera, Roman Sanatı kitabında “Bilimlerin gelişmesi insanı uzmanlık alanlarına yöneltti… Bilgilenmesi arttıkça insan, hem bütünlüğü içinde dünyayı, hem kendisini gözden kaçırıyor ve böylece yok olup gidiyordu…” der. Bu yok oluşu büyülü bir biçimde dile getiren de Husserl’in öğrencisi Heidegger’di: “Varlığın unutulması..” tespitini yaptıktan sonra tam da bu noktada roman sanatına özel olarak vurgu yapar. Buradan hareketle dediği şudur: Bilimler -Kundera burada ifrata kaçarak felsefeyi de bu kapsama dâhil eder- insan varlığını unutmaya varan bir seyir izlemiştir ve bunun yarattığı boşluğu en fazla ve en eksiksiz olarak roman (sanatı) doldurmaktadır. Çünkü roman (sanatı), insanın tam da unutulmaya yüz tutan varlığına/varoluşsal konumuna doğru uzun yolculuklarına çıkmakta ve o karanlık dünyaya sürekli yeni ışıklar düşürerek insana dair bitmek bilmeyen ve bir o kadar da eğlenceli (acının bile tuhaf bir eğlenceye dönüştüğü) keşif serüvenini sürdürmektedir. Örnek mi? İşte Cervantes’in Don Kişot’u. Kundera’ya göre roman (sanatı) insana dair bu benzersiz keşif yolculuğunu ilk kez ‘Cervantes’le birlikte ‘Don Kişot’ta yapmıştır. Ve öylesine yapmıştır ki bunu, dört yüz on yedi yıl önce, insanın unutulmaya yüz tutan varlığına doğru keşif yolculuğuna çıkan ve üstelik yeni bir çağı da başlatan ilk büyük kâşif olma şerefi Cervantes’e nail olurken, bu keşif yolculuğundan geriye kalan Don Kişot da, macerası bugün hâlâ aynı coşku ve heyecanla okunan, insana dair keşfedilmiş ilk büyük ülke olma özelliğini sürdürmeyi başarmıştır.
Bir başka yetkin isim, edebiyat araştırmacısı- eleştirmen Jale Parla, “Don Kişot’tan Bugüne Roman” başlıklı değerli çalışmasında, bu romanın bir çağ dönüşümünü yansıtması yanında, bir başka yönüne daha vurgu yapmaktadır. Parla, “kaybedilecek davaların peşinde koşan, romantik fakat hırslı kahramanların prototipi” diye tanımladığı benzersiz kahramanı Don Kişot’la, insanın unutulan varoluş serüveninde çok farklı yere oturan bu ünlü romanın, bütün bu özellikleriyle, sadece anlattıklarıyla değil dahası düşündürdükleriyle de (roman sanatının temelinde sorgulamanın olduğu da göz önüne alındığında) bir zirve olduğunun altını çizmektedir. Dahası da vardır, yine Parla’ya göre roman hem içerik, hem biçim ve hem de uslûbuyla, “yalnız moderniteyi değil, bir meta-roman olarak postmoderniteyi de haber vermektedir”. Öyledir, çünkü Cervantes kitabının önsözünde okuyucusuyla söyleşirken ona, “elinde tuttuğu hikâyenin alıştığı hikâyelerin dışında bir hikâye olduğunu daha başından” bildirmekte ve dahası bu hikâyelerin okuyucunun hayal dünyasında yeniden yazılıp okunacak kadar bir genişliğe ve doğurganlığa açık olduğunu hatırlatarak, bugün hâlâ güncelliğini koruyan dinamik ‘eser-okuyucu’ ilişkisini adeta asırlar öncesinden duyurmakta ve yazdığı romana da klâsik bir tür olmanın ötesinde bir genişlik ve zenginlik katmaktadır.
“Delilik mi erdem mi?”
Yazar-eleştirmen Murat Belge ise Don Kişot’u (onu eylemleriyle birlikte) doğrudan varoluşumuz ve hayatlarımızla ilintili olarak, kavramsal-normatif ilişkiler ekseninde sorgulamak suretiyle bir ‘sıfat’ olarak nitelendirdiği “Don Kişot’luk nedir...?” yazısında, bu kadar yıldır delilik mi erdem mi; saflık mı gözüpeklik mi, iflah olmaz hayalperestlik mi yoksa gerçekle hesaplaşma cesareti mi ve benzeri zıt ikilemler bağlamında sürdürülen ve de farklı yanıtlar ortaya konulan tartışmalara bir açıklık getirir. Ona göre “quixotic” sıfatı çoktan sözlüklerdeki yerini almıştır. Örneğin Webster bunun için “idealist ve tamamen gayrı pratik” derken; Oxford “yüce bir coşku ile hayali idealler kovalamak” diye yazmış; eski Larouse, “komikliğinin yanı sıra idealizmini anlatmıştır.” Türkçe sözlüklerde ise dikkat çekici farklar vardır, örneğin Türk Dil Kurumu’nun 1988 tarihli baskısında ‘Don Kişotluk” için “gereği yokken kahramanlık göstermeye kalkışma durumu” denmiş; MEB’nın Türkçe Sözlük’ünde ise “gereksiz ve yersiz yiğitlik göstermeye kalkışma hali” biçiminde bir tanımlama yapılmıştır. Yargılar ne denli farklı olursa olsun Cervantes’in sayfalar boyunca bu müthiş kahramanına söylettikleri ile yaptırdıkları; kâh anlamsız gibi görünen zırvalıklardan derin bilgeliklere, kâh aptallık kertesindeki saflıklardan zeki kurnazlıklara, kâh iflah olmaz hayalperestliklerden gerçekle yüzleşme cesaretine ve benzerlerine kadar süregelen serüvenlerinden ve bütün bunların sürekli çoğalan çağrışımlarından sonra, “Don Kişotluk”un ne olduğuna dair Murat Belge’nin çıkardığı şu sonuç herhalde özüne en uygun olanıdır:
“Don Kişotluk, yanlış olduğunu düşündüğün bir olay karşısında, kendi başarı şansının ne olduğuna dair hesap yapmadan, müdahalenin sana verebileceği zararları düşünmeden, eyleme geçmek ve gördüğün bu haksızlığı önlemek üzere davranmaktır..”
Kanımca bu tespit, Cervantes’in insanın unutulmaya yüz tutan varlığına doğru yaptığı keşif yolculuğunda onu belki de en canlacı yerinden yakaladığının ve dahası neden bu kadar yıl sonra hâlâ gündemde olduğunun da göstergesi olsa gerektir. Nitekim varoluşsal sorgulamalarda, zıt karakterler ve değerler arasında gidip gelen insanoğlunu, bütün zamanlara yayacak kadar sınırları belirsiz ve geniş, ama aynı anda da bütün zamanlara mal olacak denli gerçekçi ve net bir biçimde anlatabilmek ve kalıcılaştırmak olarak ifade edilebilecek roman sanatının gücünü Cervantes Don Kişot’ta benzersiz bir ustalıkla ortaya koymakta ve tam da bu nedenle bu büyülü güç hayatımıza kavramsal-normatif bir zenginlik ve de saygınlık olarak ‘Don Kişotluk’u armağan etmektedir.
Buradan bakınca, katledilmesinin üzerinden yirmi beş yıl geçen, o gün bugündür kanı yerde kalan, son günlerde ‘siyaset-devlet-mafya’ ilişkisi ekseninde, bir iç hesaplaşma sonucu, bir mafya liderinin açıklamalarıyla yeniden gündeme gelen gazeteci-yazar Kutlu Adalı’nın, yanlışlığı ayan beyan ortada olan, arkasındaki güç odakları bakımından tam da bu kirli ilişkiler eksenini işaret eden bir olayın aydınlatılması konusunda, tehditlere rağmen gösterdiği ısrar ve dirayet, ortaya koyduğu cesaret ve gözü peklikle, çağdaş bir ‘Don Kişotluk’ örneğidir.
Yığınla benzer örneğiyle birlikte ‘faili meçhul’ cinayetler listesinde unutulan ve unutturulmaya yüz tutan Kutlu Adalı davasının yeniden gündeme gelmesinin yarattığı fırsat, davanın aydınlatılması yönünde sonuna kadar ısrar edilmesini gerektirmektedir. Bu, hiçbir kıvırmaya, kendine pay çıkarma kurnazlığına sapmadan, siyaset dünyasından topluma, örgütlerden bireylere varana değin bu ülkenin bütün kesimlerinin ahlâkî-vicdanî sorumlulukları olduğu kadar, hayatını bu ülke ve insanlarının aydınlık geleceği için verdiği kahırlı mücadele yolunda kaybetmiş Kutlu Adalı’ya karşı ödemesi gereken bir vefa borcudur da aynı zamanda.