Mart ayının ortasından itibaren 1.5 ay boyunca evlerimizde kapandık. Belki de insanoğlunun yüz yılda bir karşılaştığı pandemi sürecini yaşadık. Evimizde oturmayı, markete gitmenin stresini ve dünyanın değişimini endişe ile izlemeyi hep birlikte deneyimledik.
Bu süreçte Korona Pandemisi bizi tedirgin ediyordu ama en az onun kadar bizleri tedirgin eden başka bir global kriz de endişelerimizi artırdı: EKONOMİK KRİZ.
Aylar boyunca, adeta bir celladın kılıcı gibi ensemizin üzerinde hissettik bu krizi. Hayatımız boyunca yaşacağımız en büyük ekonomik krizlerden biri olacağı öngörülüyordu.
Mayıs ayına geldiğimizde pandeminin etkileri ülkemizde azaldı ve buna paralel olarak normalleşme başladı. Şimdi sıra ekonomik krizin acısını hissedeceğimiz döneme gelmişti.
Hepimiz hemfikirdik. Bu dönemde çok ama çok çalışmamız gerekiyordu. Çünkü, çoğu insanın hayatı ekonomik kriz yüzünden tepetaklak olabilirdi. Zaten pendeminin ikinci dalgası bizi her an vurabilecek büyük bir riskti ve bu da çoğu orta ve küçük işletmenin sonu olabilirdi.
Karınca olmalıydık, ağustos böceği olmamalıydık.
Peki, bu ekonomik krize yaklaşırken mayıs ayı içerisinde ne yaptık?
Mesela KAMU VERİMLİLİĞİ için hazırlık yaptık mı?
Gereksiz bürokrasiyi azaltmak ve dairedeki süreçleri hızlandırmak için çalışma yaptık mı?
Vatandaşı vergi vermeye teşvik edecek, vergilendirme ve devlet kaynaklarını harcama ile ilgili şeffaflık adımlarını benimsedik mi?
KAMU REFORMU hiç aklımıza geldi mi?
Hayır, onu yerine ilk önce daha devlet dairelerini açar açmaz yaz mesaisini öne çektik. Sanki 1.5 aydır tüm işleri durdurmamışız gibi hali hazırda önlemler dahilinde yavaşlayacak tüm bürokratik işlemleri, kamu çalışma saatlerini yarılayarak iyice durdurma noktasına getirdik.
Ardından 19 Mayıs ve bir de bayram tatili geldi. Hiçbir olağanüstü durum yaşamamışız gibi mevcut düzene kaldığımız yerden devam ettik.
Hükümet bu süreçte ‘KAMU VERİMLİLİĞİNİ ARTIRACAĞIM’ demeye cesaret edemedi.
Hoş, zaten hükümet kriz sırasında da pek çok şeye cesaret edememişti. Ne birkaç tane açıkgöz şirketin çalışanları sayesinde oluşturduğu mevduatları çalışanları için harcamak yerine saklamalarını engellemeye cesaret etti, ne de bankalara en ufak ses çıkarmaya cesaret etti.
Maalesef halk olarak biz de bu konuda sessiz kalıyoruz. Çünkü hiçbirimiz kimsenin ayağına basmaya cesaret edemiyoruz. Düşman edinmekten korkuyoruz.
Ve hepimiz susuyoruz. Sustukça da sistemin bu haline ortak oluyoruz.
Sonuçta ne oluyor peki? Normalleşme için aldığımız risk, devlet mekanizmasını laylaylom şekilde çalıştırdığımız için heba oluyor.
Belki de kamu verimliliğine en çok ihtiyacımız olan bu dönemde hiçbir şey olmamış gibi, aylardır evlerde kapalı kalmamışız ve işlememişiz gibi, aynı sistemi işletmeye devam ettiriyoruz.
Çünkü cesaretimiz yok. Evet, devletin güçlü olması için bizleri konfor alanından çıkaracak adımları atmaya cesaretimiz yok.
Onun yerine süslü sözler ile “değişmeliyiz” imasında bulunma ve tüm dünyayı alt üst eden pandemiyi hiç yaşanmamış gibi aynı sistemi devam ettirme eğilimimiz var.
Bunun adını da kendimiz “devlet yönetmek” olarak koymuşuz. Ama devlet yönetmek aslında devleti güçlü kılmaktan ve kamu menfaatini kişiler ve grupların önüne koyabilmekten geliyor.
Bunu yapamayan sistemin suçlusu ise yalnızca siyaset ve siyasiler değil.
Bunun suçlusunu bulmak için tek yapmamız gereken lavaboya kadar gitmek. Yüzümüzü yıkamak ve aynada kendimize bakmak. Saçımıza veya sakalımıza değil, gözümüzün içine, göz bebeğimizin derinliğine bakmak bir anlığına da olsa.
Eğer o anda gerçekten dürüst olmayı başarabilirsek, kendimizi duyabiliriz:
STATÜKO BİZİZ,
STATÜKO HEPİMİZİZ!
Belki de bunu sesli söyleyebilecek kadar kendimize dürüst olamayabilirsiniz. Belki de bunu kabul etmek bizi utandırabilir, ama utandırmamalı! Çünkü aslında hepimizin bu mevcut düzenin oluşmasında bir miktar sorumluluğu var. Bunu kabul edebilmek zayıflık değil, aksine bir erdemdir.
Utanmamız gerek tek bir şey var ise, bu gerçekliği kendimize itiraf etmemiz değildir.
Utanmamız gereken tek şey, BU STATÜKOYU DEĞİŞTİRECEK KADAR CESARETLİ OLMAMAMIZDIR!