2003 yılında, Türk-Yunan ortak imzasıyla vizyona çıkmış, çok özel bir filmdir ‘Politiki Kouzina’.
Türkçe’ye ‘Bir Tutam Baharat’ olarak çevrilen filmde, 1963 yılının sonunda Kıbrıs’ta patlak veren olayların ardından, Türkiye’de yaşayıp da Türk vatandaşlığı olmayan Rumların sınır dışı edilmeleri anlatılır, İstanbullu bir Rum ailenin özelinde.
Türk hükümetinin, Kıbrıslı Rumlar’ın Kıbrıslı Türkler’e yönelik saldırılarının intikamını almak için orada yaşayan bazı Rumları sınır dışı etmesiyle birlikte, Yunanistan’a sığınan ailenin küçük oğlu Fanis ile İstanbul’da kalan Büyükbaba Vasilis’in hüzünlü hikayesidir bu.
İstanbul’a ikinci bir vedanın ağırlığını kaldıramayacağı korkusuyla bu şehre dönüp büyükbabasını ziyaret edemeyen Fanis ile İstanbul’dan ayrılırsa geri dönmesine izin verilmeme ihtimalinin endişesiyle Atina’ya gidip torununu göremeyen yaşlı Vasilis’in bir türlü kavuşamamasının hüzünlü hikayesini izlerken, kendinizi kolayca filmin karakterlerinden birinin yerine koyabilirsiniz.
Çünkü hikaye çok tanıdıktır.
Çünkü bu adada da insanlar, mecburen, defalarca, göç etmişlerdir.
Çünkü bu adada da insanlar, geçmişlerini anılarına hapsederek, şanslı olanlar üç-beş eşyayı yerleştirme vaktini buldukları bavulları ellerinde, olmayanlarsa sadece üzerlerindeki elbiseler ve ayaklarındaki terliklerle, oradan oraya sürülmüşlerdir.
Anneannem hala hüzünle anlatır, civardaki okullarda satılsın diye evde yaptığı dondurmalardan kazandığı üç kuruşla kızları için hazırladığı çeyizleri, sınırın öte yanında nasıl bırakmak zorunda kaldığını.
Ve annem, kuzeye göçmen geldikten sonra kendilerine tahsis edilen Maraş’taki Rum evinin mutfak masasında, sanki az önce pişirilmişçesine bekleyen patlıcan yemeğini.
Kimdi o evin sahipleri?
Nereye gitmişlerdi?
Kimdiler, nereye gitmişlerdi bilmiyoruz ama nasıl gittikleri ortada.
Patlıcan pişirmişler o gün yemek için, yemeği masaya koymuşlar, ama yiyecek fırsatları olmamış belli.
Öylece bırakıp, can havliyle kaçmışlar.
***
Yıllarca sakladık duvarlarda asılı kalan resimlerini.
Annenin, babanın, çocukların…
Belki bir gün gelirler de veririz diye.
Gelmediler.
Kapılar açıldı, eski adıyla Beethoven Sokak’taki komşu evlerin sahipleri bir bir geldi, ama bizim oturduğumuz evin sahipleri gelmediler.
Belki de gelemediler.
Belki de o patlıcan yemeği, pişirdikleri son yemek oldu, duvarlarına yeni resimler asacakları yeni bir evleri bile olamadı.
Kim bilir!
***
Bu adanın geçmişi, acılarla doludur.
Birbirine çok benzeyen ama birbirini tanımayan, tanıma fırsatı bulamayan acılarla.
1964’te Sakarya’da, işinden evine dönerken Rumlar tarafından öldürülen Kıbrıslı Türk’ün, kucağındaki bebeğiyle dul kalan, hem kendi hayatı, hem de küçük kızının hayatı çalınan gencecik bir kadının acısıyla, bu cinayetin hemen ardından, sırf misilleme olsun diye yine evine dönerken Türkler tarafından öldürülen yaşlı Rum’un çocuklarının acısı, aynı acıdır.
Ve bizler, birbirimizin acısına dokunmayı öğrenmediğimiz sürece de, bu yaralar ilk günkü gibi kanamaya devam edecektir.
Bu ada üzerinde yaşayan her iki toplum, önce kendi geçmişiyle, daha sonra da diğeriyle ortak çizilen geçmişiyle hesaplaşmak zorundadır.
Çünkü iltihabı temizlemeden çıbanı tedavi etmeye çalışmak, boşuna çabadır.
İşte bu nedenle Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların ortak bir gelecek kurabilmelerinin ilk şartı, çıbanın iltihabını kurutmaktır.