Umut Özkaleli
Yetişkinlik döneminin büyük bölümünü yurt dışında geçirmiş biri olarak Kıbrıs’a geri döndüğüm bu son iki sene zarfında pek çok olaya tanık oldum, pek çok gözlemde bulundum. Pek çoğu sorunlu olan gözlemlerin içinde çocukları yetiştiriş ve çocuklara davranış biçimlerinin en sorunlu alanlardan biri olduğunu üzülerek gördüm. Bunun en temel sebeplerinden biri çocukların hakları olan bireyler olarak algılanmak yerine anne ve babaların “malı” gibi düşünülmesidir. Arabamıza, evdeki bardak takımımıza sahip olduğumuz gibi sahibiz çocuklarımıza. En iyi ihtimalle eşyalarımız arasında “daha değerli” gruba giriyorlar. Eşya gibi algılanmaları, sanırım ki, onlar üzerinde her türlü hakkımızın olduğu gibi yanlış bir kanı uyandırıyor biz yetişkinlerde.
Çocuklarımız malımız değildir. Onlara gösterdiğimiz muamelenin hesabını vermemek gibi bir lüksümüz yoktur. “Annesiyim, babasıyım, sen ne karışıyorsun” mantığı toplum olarak “annesi var babası var, onlar sorunlarını çözsün” deme noktasına da götürüyor bizi. 13 yaşında Girne Limanı’nda Smirnoff içtiğini gördüğümüz çocukların annelerini ve babalarını suçlamak aklımıza gelse de yerimizden kalkıp işletme sahiplerine hesap sormuyoruz, polisi çağırmıyoruz, sosyal hizmetleri devreye sokmak için sosyal bilinci yüksek vatandaşlar olarak hareket etmiyoruz. Bir çocuğun sigara satın aldığını gördüğümüzde davranışımız en iyi ihtimal annesine babasına gidip bunu gizlice söylemek oluyor ama o anda o satışı yapan işletmeye polis çağırmak zahmetine girmiyoruz. “Ne analar, ne babalar var, çocuklarını sokağa atıyorlar!” diyoruz ve bu şikâyet etme hali yeterli oluyor. Harekete geçmeden şikâyet etme hali çoğunlukla yeterli oluyor nedense.
Çocuklarımız malımız değildir. Çocuklar, kendine bakma yetisi henüz gelişmemiş olan, korumaya muhtaç, hakları olan bireylerdir ve kendi kendine yetme halini geliştirecekleri ana kadar da sorumluluğumuz altındadırlar. Korumak için, kollamak için, kendilerine yeter bireyler olarak ihtiyaçları olan yöntemleri öğretmek için hayatlarına karışma hakkımız ve sorumluluğumuz vardır. Anne ve baba olduğumuz için onları istediğimiz gibi “kullanmak”, tehlikeye atmak ve zarar vermek hakkımız yoktur. Hatalarımız gösterildiğinde “bu benim çocuğumdur, istediğimi yaparım” deme lüksümüz ve hakkımız yoktur.
Çocuklarımız malımız değildir. Kendi arabamızda, kendi evimizde “sigara içme özgürlüğümüzü” (!) kullanırken onların soludukları havayı kirletme hakkımız yoktur. Bencilliklerimizin üstünü örtme amacıyla “ben çocuklarım için ölürüm” desek de, soludukları havaya sigara dumanı üflediğimiz her nefeste -aslında malımız gibi algıladığımız- çocuklarımızı kendi bencilliğimiz ve bağımlılığımızdan dolayı öldürüyoruz. Onları ne derece öldürdüğümüz sigara içme hızı ve miktarına göre değişiyor. Bebeğini sigara içilen ortamdan çıkaran annelere “Bu her sigara yakıldığında kaçma işini ne kadar sürdürebilirsin? Sonunda sen de rayına gireceksin (!)” diyerek caydırmaya çalıştığımızda aslında kendi bencilliklerimizin hatırlatılmasından duyduğumuz rahatsızlığı gidermek için değişmek yerine, herkesi kendimize benzetmeye çalışıyoruz. Herkesin çocuğu “malı” olsun istiyoruz. Malımızın hesabını vermediğimiz, iki tane, üç tane evimize ve arsamıza vergi vermediğimiz, havuzlu villalarımız ve lüks arabalarımız için daha yüksek vergi vermediğimiz gibi çocuklarımızdan çaldığımız nefesin, hayatın ve hakların hesabını da vermek istemiyoruz çünkü…
Çocuklarımız malımız değildir. Onları kendi anladığımız erkeklik kalıplarına sığdırmak için 11 yaşında içkiye alıştırma hakkımız yoktur. “Erkek olsun, içmeyi bilsin, babasını gururlandırsın” deme hakkımız yoktur. Altımıza çektiğimiz Mersedesler gibi yanlış bir övüncün aracı olmak için dünyaya gelmemiştir çocuklarımız. 15 yaşında araba kullanmayı öğretip, ellerine anahtarları tutuşturup ardından da kaza yaptıklarında “benden çaldı” deyip kendimizi sorumluluktan sıyırmamalıyız.
Çocuklarımız malımız değildir. Polo gömleklerimizi giydiğimizde, Gucci saatimizi taktığımızda, Prada çantalarımızı kolumuza astığımızda çevremizdekilere gösteriş yapma merakımızla kullandığımız bu mallar gibi küçücük çocuklarımızı güzellik yarışmasına çıkarıp metalaştırmak, hiçbir gayretin sonucu olmadan tesadüfen ortaya çıkmış fiziksel özelliklerinin üzerine gitmeyi telkin etmek ve bedenlerini kendi görmek istediğimiz ilginin odağı haline getirmek değildir varlık sebepleri.
Çocuklarımız malımız değildir. Çocuklarımızı yarıştırılan o zavallı atlara benzetmek ve onlara davranıldığı gibi zalimce davranarak çevrelerindeki diğer çocuklarla işbirliği yapmayı öğretmek yerine birbirleriyle yarıştırmak hakkımız yoktur. İlgi alanları olmayan meslek gruplarına itmek, okumak istemedikleri okullara üniversite mezunu olsun diye göndermek, “el aleme okumadı dedirtmemek” için başka çocuklarla yarıştırmak hakkımız yoktur. Kapasitelerini en son noktaya kadar zorladıkları halde istenen koleje giremediklerinde saçlarını fırçalarken tarakla başlarına vurmak, ya da onlara aptal olduklarını, anneyi babayı utandırdıklarını ifade etmek gibi bir hakkımız yoktur. İstediğimiz performansı gösteremeyen bir araba ya da çamaşır makinesi değildir çocuklarımız.
Çocuklarımız malımız değildir. Bedenleri bize ait değildir. Onları bunaltıncaya dek sıkıştırmak, ısırmak, öpmek gibi bir hakkımız yoktur. Küçüktürler, şekerdirler ama bedenleri kendilerine aittir, sormadan öpemeyiz, biz yorulmayalım diye koşmalarına engel olup hareketsiz oturmaları için baskı yapamayız. Çocuklar evimize aldığımız pahalı, deri “baba koltuğu” değildirler, eve dekor olsun diye dünyaya gelmezler, güneş ve temiz hava isterler, o yüzden de televizyonu zahmetsiz bir bakıcı olarak gün boyu önünde oturacak bir araç olarak kullanamayız.
Çocuklarımız malımız değildir. Yetişkinler birbirine bağırırken, baba, anneyi döverken ve itip kakarken, eşler birbirine hakaret ederken çocuklar sessizce mutfak masasında duran vazo gibi hissiz, akılsız, algısız değildirler. Çocuklar şiddet içeren kavga biçimlerine “alışkın” olamazlar.
Çocuklarımız malımız değildir. Çok büyük bir hata yaptıklarında bile öfkemizi, hayal kırıklıklarımızı, kendi sorumluluğumuzdan kurtulma ihtiyacımızı onların bedenlerinde bir tokatla, bir yumrukla ifade edemeyiz. Hakkımız yoktur dövmeye, sövmeye, itmeye ya da hapsetmeye.
Çocuklarımız insandır. Küçük olmaları, yetişkin olmamaları hakları olmadığı anlamına gelmez. Çocukların bedensel-duygusal bütünlüklerine saygı, insan oldukları için dünyaya geldikleri anda haklarıdır. Bedensel ve duygusal dünyalarını korumak görevimizdir, sorumluluğumuzdur. Bu sorumluluğu yerine getiremediğimizde de malımız olmadıkları için onlar adına karar verme hakkımız ortadan kalkmaktadır. Fakat biz dövsek de sövsek de, alkol içirsek de, yanlarında sigara içsek de, gözlerinin önünde şiddet kullansak da, gece yarılarına kadar sokaklarda yetişkin gözetimi olmadan kalmalarına izin versek de, başımıza hiçbir şey gelmeyeceğini bilmenin dayanılmaz hafifliği ile sorumsuzluklarımıza devam ediyoruz. Ama aslında bu sorumsuzluklarımızın bedelini ödemek, bu hareketlerimizin her birinin çocuklarımızı kaybetmek riskini taşıdığını bilsek ya da bu risk gerçekten oluşsa, o zaman çocuklarımızı malımız gibi değil hakları olan, gerçek bireyler olarak görmeye başlayacağız. “Nasıl bir devlet” sorusu bu bağlamda da incelenmelidir. Ama bu tartışmaya girmeden önce yapılması gereken yukarıda genel olarak yazılmış olan yanlışları örneklerle hikâyelendirmek ve memleketimizde bu sorunların “varsayımsal” olmadığını, gerçekten her gün annelerin ve babaların yanlış davrandığını ortaya koymaktır. Bir sonraki yazıda sorunları örneklerle daha elle tutulur şekilde göz önüne sermeye çalışacağım.