Mihalakis Savvidis
1950’li yıllarda, Prodromo gibi izole bir köyde ninemle birlikte yaşayarak büyümek, sanki de başka bir gezegende yaşamak gibiydi... Hepimiz de kaçınılmaz biçimde önyargılardan ve batıl inanışlardan etkileniyoruz...
Ninem bana sürekli olarak “Sırtını duvara verip da yürü” diye tavsiyelerde bulunurdu eğer akşamüstü alacakaranlıkta dışarı çıkmam gerekecekse... Hepsimiz de geceleyin hareketlenen “varlıklara” inanırdık ve belli yerlere gitmekten kaçınırdık. Özellikle dere kıyılarına gitmekten kaçınırdık çünkü oralarda cinlerin yaşadığına inanırdık! Noel zamanı goncolozların yeryüzünün derinlerinden ortaya çıktığına inanırdık ve bütün köy onların “varlıkları”na ilişkin hikayelerle dolup taşardı...
“Tam önümde aniden belirdi ve nerdeyse yüreğime iniyordu” gibi cümleler söylüyordu sık sık bazı kadınlar ve ben de onların önüne aniden ne çıktığını ve onlara ne olacağını hiç anlayamıyordum. Fakat ben tamamıyla korunmuş vaziyetteydim çünkü nenem bana beni koruyacak bir tür tılsım vermişti ve bu da Bedevi marka bir kibrit kutusuydu... Bugüne kadar piyasada satılmakta olan bu kibrit kutularının ön yüzünde atının üstünde silahını tutmakta olan bir Bedevi resmi vardır. Geceleyin kalkıp da bahçede çiş yapmaya gittiğimde, bir elimle düğmemi çözerken, diğer elimde de o kibrit kutusunu sıkı sıkı tutardım... Ninem gariban, cahil bir kadındı ve kibrit kutusunun üstündeki Bedevi’yi, canavarı öldüren Şövalye Aziz George sanmıştı... Ve işte bunun da beni koruyacağını sanıyordu...
Kendilerine bir varlık “göründüğü” zaman korkmayanlara ya da başka bir nedenle korkunun içlerinde yuvalanmış olanlar için bunları kovacak birisi işi ele alırdı ve “şeytanı çıkarırdı”. Korkan şahsı bir sandaliyeye oturtur ve başının üstünde de bir gapta erimiş kurşun dökülürdü... Erimiş kurşunun soğuduğu zaman aldığı şekil de bu şeytanın çıkarıldığı olay ya da şekil olurdu... Sonra da fal bakan şahsın yaptığı büyüler izlerdi bunu ve nihayetinde korkusu çıkarılmış olan kişi artık oradan ayrılmakta özgür olurdu...
Gece kuşları, özellikle de baykuşları görmek istemezdik karşımızda. Geceleyin bu kuşlar gelip de avluda bir ağaca tüneyip, hüzünlü ötüşlerine başladıklarında onlara taş atarak kendilerini kovalardık. Baykuşun ötüşünün kötü talih olduğuna ve birisinin öleceğine inanırdık.
Köyden ayrıldıktan neredeyse 50 yıl sonra tekrar bu kuşun ötüşünü duydum. Baf’ta tatildeyken bir kez geldi, kaldığım otelin dışında penceremin önünde ötmeye başladı... Onca seneden sonra baykuşun ötüşünü duymak beni şaşırtmış ve neşelendirmişti – aynı gün genç yaşta iyi bir arkadaşımın ölüm haberini alacaktım daha sonra... Bu bir tesadüf olabilirdi ama belki de ninelerimiz, dedelerimiz bizden daha bilge kişilerdi ama benim için bu kuşun gelip bana hatıralarımı getirmesi büyük bir onurdu... Onu küçük bir çocukken taşlamış olduğum için beni affetmişti...
GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA DÜNYADA NELER YAŞANIYOR?
“Savaş kurbanlarını saklayan sulu mezar: Bosna’daki Perucaç Gölü, kayıpları gizliyor...”
Hikmet Karciç
Balkan Araştırmacı Gazeteciler Ağı BİRN
Plastik bir torbada bir kadının mücevherleri, bir çocuğun kemikleri, bir ruj... Balkan Araştırmacı Gazeteciler Ağı BİRN’den Hikmet Karciç, gönüllü araştırmacıların bir zamanlar popüler turistik bir yer olan Perucaç Gölü’nün Bosna savaşının en büyük toplu mezarlarından birine nasıl dönüştüğüne ilişkin bulgularını izlemek üzere onlarla birlikte araştırmaya katılıyor... Hikmet Karciç’in 16 Ocak 2023’te BİRN’de yayımlanan yazısını, okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik. Hikmet Karciç, şöyle yazıyor:
*** 2010 yılında Bosna-Hersek ile Sırbistan arasında bulunan ve yapay bir göl olan Perucaç gölü, Sırbistan’daki Bayina Basta hidroelektrik barajında bir türbin onarımı nedeniyle boşaltılmıştı... O noktada Drina Nehri’nin kıyılarında 1992 yılında Visegrad kentinde gerçekleştirilen bir katliamda kayıp edilen kurbanlardan geride kalanlar aranmaktaydı bir aydan beridir. Türbin tamir çalışması, Visegrad nehrinin karşısındaki Bayina Basta barajında Temmuz ayının sonlarında başlamıştı, barajın arkasındaki rezervuardaki su seviyesi düşmüştü, böylece nehrin kıyısında iskeletler açığa çıkmıştı... Bunlar, Visegrad’taki Drina Nehri’ne atılan Boşnak “kayıplar”ın iskeletleriydi...
*** 1992 yılında Visegrad’taki Boşnak Sırp kuvvetler, en az 2 bin Boşnak sivili öldürdükten sonra kurbanların cesetlerinden kurtulmak ve onları saklamak için esas olarak Drina Nehri’ni kullanmışlardı... Boşnak Sırp kuvvetlerin kurşuna dizmek için kullandıkları favori yerlerden birisi de Osmanlı döneminin Mehmet Paşa Sokoloviç Köprüsü idi – burada öldürülen kurbanlar, nehre atılmıştı...
Perucaç gölünde 2001 yılında bir toplu mezar bulunmuştu...
*** Su seviyesi düşünce, tüm bölgede kayıp kalıntıları aranmaya başlanmıştı... Sırp yetkililer Bayina Basta’daki barajın 10 Eylül 2010 tarihinde tekrardan devreye alınacağını duyurdukları günlerden önce bölgede 200 kayıptan geride kalanlar bulunmuştu... Baraj devreye alınırsa nehir yeniden yükselecek ve nehire atılmış olan “kayıplar”ın kalıntıları bir kez daha suyun altında kaybolacaktı...
*** Bosna’nın barajın devreye alınmasının durdurulması çağrısı görmezden gelinmiş ve 10 Eylül’de baraj yeniden devreye konulmak isteniyordu. Ancak Eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Bosna’nın Dışişleri Bakanı Seven Alkalay ivedi çağrılar yaptıktan sonradır ki Sırbistan Başsavcılık Ofisi nihayetinde bir emir vererek tüm araştırmaların tamamlanabilmesi için barajın devreye alınmasını durdurmuştu.
*** Araştırmalar ve burada yürütülen kazılar, işlenmiş suçların devasa boyutunu göstermiş ve “kayıp” araştırmalarının ne kadar zor ve karmaşık olduğunu da ortaya koymuştu... Ayrıca suçların sonsuza kadar saklanamayacağını, aradan 20 yıl geçse de bunların ortaya çıkacağını yansıtmıştı...
*** Bayramın ikinci günü iki otobüs dolusu gönüllü ve birkaç arabayla Saraybosna’dan yola çıkıp Visegrad’a ve Perucaç Gölü’ne geliyoruz. Boşnak Sırp kuvvetlerin yok ettiği ve nüfusunu da 1992’de deport ettikleri Ömerağiçi adlı bir Boşnak köyüne gidiyoruz. Ömerağiçi köyünden olup da Saraybosna’da yaşayan Mirzeta adlı arkadaşım bana bölgeyi gösteriyor. Çocukken oynadıkları yerel Yugoslav partizan anıtına gidiyoruz... Bu anıt şimdi boş, sessizlik ancak ara sıra geçen bir arabanın gürültüsüyle bozuluyor. Anıtta şöyle yazıyor: “Drina’nın suları, onların mezarlarını koruyor...”
*** Ömerağiçi’den birkaç kilometre uzaklıktaki Dureviçi’ye gidiyoruz, burası turistler için popüler bir yer, durduğumuz lokantanın sahibi Gorazde’den bir Sırp. Lokantaya girerken, Boşnak Kayıp Şahıslar Enstitüsü’nde araştırma görevlisi olarak çalışan orta yaşlı Sadık bana sudan korkup korkmadığımı soruyor. “Kormuyorum” diyorum ona. “Öyleyse bizimle Drina’nın öbür yanına geleceksin” diyor. Şişme bir bota biniyoruz, sekiz kişiyiz, nehrin yukarısına doğru gidiyoruz, burada birkaç gün önce bir insan bedeni bulunmuş... İnsan bedeni yaşlı bir kadına aitmiş, geleneksel Müslüman kıyafeti giyiyormuş, boğazında bir ip varmış... Giysisinde gizlenmiş vaziyette yarım kilo kadar altın bulunmuş.
*** Yaşlı kadın büyük olasılık katillerinin işkencesine uğramış, büyük olasılık ondan altın kolyelerini ve yüzüklerini nereye gizlediğini söylemesini istemişler. Nihayetinde onu boğup bedenini Drina nehrine atmışlar... Saatler boyunca dördümüz kazıyoruz ancak tek bir kemik ve bazı giysi parçaları buluyoruz. Karşı kıyıda çalışan gönüllüler daha başarılılar çünkü birkaç kemik ve bir kurbanın rujunu bulmuşlar... Birkaç gün önce de bir çocuğun kemikleri ve bir tarak bulunan bir plastik çanta bulunmuştu, bir not defteri, bir saat, bir kurbanın ellerinin bağlanmış olduğu bir ip ve bir nazar boncuğu bulunmuştu...
*** Yapılan en korkunç keşif, çevresine tel bağlanmış bir bottu, büyük olasılık kurbanın ayakları telle bağlanmış ve sonra da bu kurban Drina’ya henüz sağken atılmıştı... Botun içinde hala bir ayak kemiği mevcuttu... Perucaç Gölü kazıları özgün bir olaydı, düzinelerce gönüllü kazmaya ve çamuru elemeye gelmişlerdi, insan kalıntıları aramaya... Buna rağmen, tüm bölgeyi kapsayacak sayıda değillerdi... O günlerde yaklaşmakta olan Bosna-Hersek seçimleriyle meşgul olan devlet kurumları, yardım çağrılarını görmezden geliyorlar, ordu durup bakıyor, pek az yardım sunuyordu... En üzücüsü de, seçim dönemi oy almak için her tür araç kullanılırken, tek bir siyasi parti dahi Perucaç’daki durumdan tek bir satırla dahi olsa söz etmeyecekti... Eğer burası Srebrenika olsaydı, politikacılar ve tüm Bosna’dan siyasi parti gençlik kolları aktivistleri buraya üşüşecekti... Visegrad, o kadar da önemli değildi... Yalnızca birkaç televizyon kamerası gelmişti ve adaylar Perucaç Gölü’ne kadar yorucu bir seyahat yapmaya ilgi duymuyorlardı.
*** Çok şükür, sıradan insanların desteği vardı – Semira ve Leyla, Zronik’ten iki kızkardeş, 1992 yılında babaları kayıp edilmiş ve daha sonra Sırbistan’daki Sremska Mitroviça’da kalıntıları bulunmuştu... Admir, Vernes ve Almir de vardı yardım eden – onlar da her gün Vesegrad’taki araştırmaya katılıyor, ancak gecede birkaç saat uyumak için Saraybosna’ya dönüyorlardı. İbrahim Kustura’yı da unutmamak gerekir, 89 yaşında bir adamdı bu, genç gönüllülerle birlikte kazılara katılıp kazıyordu...
*** Perucaç’taki seyahatimden bir hafta sonra, araştırma sona ermişti. Sırp yetkililer barajı doldurmaya başlamışlar, böylece nehir yatağına gizlenmiş olan kayıplar da sulara gömülmüştü tekrardan... Bunu izleyen aylarda DNA testleri için kemiklerden örnekler alınmıştı. 2012’de göldeki kazılardan çıkarılan kayıplar kimliklendirilmişti: Bunlar çoğunlukla Visegrad’tan olan 163 savaş kurbanıydı, iki düzinesi Srebrenika ve Zepa’dandı... Gorazde’den Sırp askerler de vardı ve 1992-93 kaçırma olaylarından üç kurban daha vardı... En yaşlı kurban 1906 doğumluydu, en gençkurban ise 1988 doğumluydu. Öldürüldüğü zaman henüz dört yaşındaydı...
*** Şimdilerde su, bütün “kayıp” bedenlerini örtmüş vaziyette ve modern Avrupa tarihinin en büyük toplu mezarlarından biri haline dönüşmüş Perucaç Gölü...
(BIRN’de 16 Ocak 2023’te Hikmet Karciç imzasıyla yayımlanan yazıyı özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN)