Babaannem Zekiye Şükran’ın ne kadar cesur bir kadın olduğunu şimdilerde anlıyorum. 1930’lu yıllarda bir çocukla kocasından boşanıp Kıbrıs’ta dul bir kadın olarak yaşamaktansa gelip İstanbul’a yerleşmesi örneğin.
O öldüğünde 8 yaşındaydım ben… Kıbrıs’taki 1963 çatışmalarının ardından Lefkoşa’daki küçük göçmen evimizde geçen son aylarını, hasta yatağındaki üzgün halini, ona dair pek çok ayrıntıyı anımsıyorum. Onunla geçen bu 8 yıl daha çok da İstanbul ziyaretleri demekti. Kıbrıs’taki köyümüzden çıkar; en güzel giysilerimizi giyip uçağa binerdik. Uçak yolculukları tüm eş dostun havaalanında geçirmeye geldiği büyük bir olaydı o günlerde. Bir keresinde vapur ve trenle, bir kez de arabayla gittiğimizi anımsıyorum. Yolculukların sonunda babaannem Fatih’teki küçük evinde bizi bekler olurdu. O çocukluk ruh hali içinde değişen görüntüler, kokular, sesler, tatlarla karşılaşmak içimi hayata ilişkin bir sonsuz keşifler duygusuyla doldururdu. Babaannemin köydeki evimize hiç benzemeyen küçücük dairesindeki tüm eşyalar heyecan vericiydi benim için. En çok da bir köşede duran tahta pembe dolap… İçinde benim için alınmış oyuncaklar bulunurdu. Yakınlardaki parka yürümek için onunla el ele evden çıkınca “Babaannesinin prensesi” geldi derlerdi mahallede. Terziydi babaannem. Bazı varlıklı kişilerin evlerine gidip bir ay kaldığı ve tüm ailenin kıyafetlerini oralarda diktiği olurdu. Beni de, annemle birlikte bir yaratıcılık yarışı içinde prensesler gibi giydirirlerdi. İstanbul sokaklarında yürürken bazı kadınların durdurup kıyafetlerimi incelediklerini hatırlarım. Kıbrıs’tan çıkılıp gelinen bu büyülü şehrin bir masal gibi içimde yer etmiş kısımları yanında ürkütücü yanları da vardı tabii. Sokaklarda annelerinin yanı sıra yürürken kaçırılıp dilenci yapılan çocuklara dair hikâyeler anlatılırdı. Şehir devasa ve korkutucuydu.
O çocuk saflığı içinde de hayatta pek çok şeyin iyi gitmediğini, büyüklerin çeşitli sorunlarını ve kaygılarını görmek mümkündü… Bir yanda hayatın inanmak istediğim masalları, şehrin Cuma akşamları Kıbrıs televizyonunda izlediğimiz Türk filmlerinden kalan imgesi; bir yandan da anlamaya, şifresini çözmeye çalıştığım karmaşık insan ilişkileri.
Şehir nasıl da büyülüydü. Bazı uzak akrabalar ya da aile dostlarını ziyarete giderken otobüste bambaşka bir âlem içinde yol aldığımı hissederdim. Trafikten ötürü çok yavaş ilerlerdik ve ben tabelaları okuyup durur, insanların yüzlerini incelerdim. Seyahat eden insanların kalabalık içindeki sessizliği, çevreden soyutlanmışlığı hala etkiler beni. Bir otobüste, vapurda, yeraltı treninde yol alan sayısız insan mesela… Yüzlerdeki o donuk ifade, o sosyal maske. Merakla izlediğim, hemencecik duygusal bağ kurduğum bir insan az sonra bir durakta inip gidecektir ve bir daha ömür boyu hiç karşılaşmayacağızdır mesela. Ya da bir gün hayatımda çok etkili olacak biriyle aynı vagonda seyahat etmekteyizdir ve ikimizin de haberi yoktur bundan.
Çocukluk geçip gitmiştir ve hatırada bazı anlar kalmıştır yalnızca. Upuzun zamanlardan, yaşanmışlıklardan belirgin olarak geriye kalan o anları düşünürüm hep. Neden o anlar da başkaları değil. Bugünü yaşarken de donup kalırım bazen. Az önce yaşadığım anı hiçbir zaman unutmayacağıma onun da o belirgin hatıralardan biri olacağına dair bir his kaplamıştır içimi.
Yıllardır görmediğimiz, pek haber de almadığım insanlarla karşılaştığımızda hissederiz zamanın hayatı çizen zalim kalemini.
Siz bu yazıyı okurken ben yine o her şeye rağmen güzel şehirde olacağım. Hızla değişen, şimdilerde kederli, teslim alınmış, korkuyla dolu o şehirde.
Çocukluğun o iç ürpertisi uzaklaştı artık. Bazen akla düşüyor; kalbi sızlatıyor sadece.
Birilerine veda ederken, bir cenaze töreninde o retrospektif bakışa taşınıyoruz yeniden. Daha önce veda ettiklerimizi, pek yakında veda edebileceklerimizi düşünüyoruz.
Geçmişin hayaletleri kafamızı karıştıran şeyler söylüyor bazen… Her giden, anlatılmamış hikâyeleri, hayata dair tanıklıkları da götürüyor beraberinde.
Herkesin birbirini acımasızca yargılayıp durduğu bu dünyada hakikati ne kadar bilebiliriz, gerçekten adil olmak mümkün mü sorusu kafamı en çok meşgul eden.
Bir yanda politik ve akademik dünya, diğer yanda da edebiyat var. Dünyanın dehşet veren gündemleri, her gün insanın içini daha da acıtan güç savaşları, kıyımlar, yolsuzluklar ve kirlenmişlikler karşısında başka bir sığınak da yok.
Babaannemin o şehre ilk gittiği günü düşünmüşümdür hep. Kadınların bu dünyaya tutunabilmek için verdikleri mücadeleleri. Hayatın gizli hikâyelerini…
Yarın o büyük şehirde en çok da bir şiiri arıyor olacağım. Hayatı anlamlı kılmanın, zamana karşı durmanın edebiyattan daha etkili bir yolu yok çünkü…