Sersemleştiren gündem bombardımanlarından ürkerim hep. Her yeni gün birbiri ardınca patlayan olaylar, skandallar, ölümler çok kısa bir süre içerisinde insanı, gözüne far tutulmuş tavşana dönüştürüyor. 20 Temmuz’dan bugüne kadar yaşanan son 3 aydaki olaylar silsilesinin, 1000’den (yazıyla bin) fazla insanını kaybetmiş bir toplumdaki etkisi tam da bu.
Sadece 20 Temmuz’da Suruç’ta 33 ve 10 Ekim’de Ankara’da 102 olmak üzere, bombalı saldırılarda toplam 135 sivilin “bir anda” hayatını kaybettiği; sadece 6 Eylül’de Dağlıca’da 16 askerin ve 8 Eylül’de Iğdır’da 13 polisin “bir anda” hayatını kaybettiği “şok edici” eylemlerin her birinin Türkiye gündeminin “manşetinde kalma süresi” akıllara durgunluk verecek kadar kısa… Eylemlerin “şok ediciliği” arttıkça, yarattığı “infial duygusu”, tuhaf biçimde bir sonrakinde bir miktar daha “azalarak” karşılık bulur hale geldi toplumda.
Türkiye tarihinde “kitle üzerine bomba atılarak katliam” örneğine rastlamak pek mümkün değil. Benim hatırlayabildiğim bu türden tek olay, tarihe 16 Mart Katliamı olarak da geçen, 1978’de İstanbul Üniversitesi önünde 7 öğrencinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaydır.
Doğru; son 30-40 yılda örtülü iç savaş ortamında çok sayıda silahlı eyleme, çok sayıda can kaybına tanık oldu Türkiye. Fakat Suruç ve Ankara katliamları, gerek sivillere karşı yapılmış olması, gerek can kaybının büyüklüğü açısından “özgünlüğünü” koruyor “şimdilik”. Dolayısıyla, her iki katliama karşı toplumun verdiği reaksiyonun, “beklenen etkinin” çok altında gerçekleştiğini söylemek yanlış olmaz. Şaşırtıcı olan da bu zaten!
Toplum Suruç’un ve sadece 2 buçuk ay sonra gelen Ankara katliamının şokunu nasıl bu denli kolay “atlatabildi” ya da aslında gerçekten atlatabildi mi? Sosyologlara ve psikologlara bırakabileceğimiz “atlatıp atlatamadığı” sorunu bir yana, toplumun böylesi travmatik bir sosyal iklimde neleri biriktirdiği ve bu sürecin neye, nasıl bir şeye evrileceği...
Örtülü iç savaşta, asker ve polis ölümlerini görece normalleştirebilmiş bir ülke Türkiye.
Nihayetinde adı resmen konmasa da; bir “ayrılıkçı örgüt ve onun eylemleri” ile “vatan savunması yürüten devlet güçlerinin mücadelesi” olarak rasyonalize edilen örtülü savaşta; asker ve polis ölümleri, biraz da Cumhurbaşkanının deyimiyle “işin fıtratı gereği” sayıldı.
Evlatlarını askere davul-zurnayla “ya şehit ya gazi” dualarıyla gönderen, “şehadet makamına” inanan, evladının tabutuna sarılıp “bir evladım daha olsa onu da veririm” diyebilen bir toplumda asker-polis ölümlerinin anlık “öfke patlamaları” dışında kalıcı hasara yol açmaması, dışarıdan bakıldığında pek anlaşılır görünmese de, bir sosyal realite…
Benzer durum, PKK cephesi için de geçerli. Gerek devletin, gerek PKK’nin savaş retoriğinde “şehadet”, “vatan”, “halk/millet” kavramları ortak ve eşit değer atfedilen kavramlar olarak öne çıkıyor. Devletin, hayatını kaybeden asker ve polisi için kullandığı “şehit” kavramı, benzer ve eşit bir anlam yüklemesiyle PKK tarafından da kullanılıyor.
Her iki “taraf” da “kutsal” değerler için savaştıklarını, dolayısıyla bu savaşta hayatını kaybedenlerin “şehadet makamına” yükseldiklerini ileri sürüyorlar. Bunun altını çizmeye çalışıyorum, zira ister asker-polis-korucu olsun, ister gerilla olsun, Türk- Kürt, toplumun ezici çoğunluğu için evladının ölümü “bir biçimde” kutsiyet kazandığından, “dayanma” ve “normalleştirme” de “bir biçimde” mümkün hale geliyor.
İlginç ama asker-polis-korucu ailelerinin de, gerilla ailelerinin de söylemi, öznesi değişse de aynı cümlelerle noktalanıyor: “vatan sağolsun”, “şehitler ölmez/ şêhid nâmirın”
Ama ya sivil ölümleri? Üstelik “bir anda” ve “toplu kıyım” şeklindeki sivil ölümleri?... Hele ki failin bu kez “yabancı bir aktör”, IŞİD olduğunun bilindiği bir katliam sonucu gerçekleşen sivil ölümleri?
Öyle ya? “Normalleştirilmiş” ölümlerde “tasnif” daha kolay “taraflar” için… “Katil PKK” veya “Katil Devlet”, tasnifte kullanışlı birer barkod işlevi görüyor sonuçta… Ama ya (her ne kadar devletle ilişkilendirilse de ) üçüncü ve yabancı bir unsurun, IŞİD’in faili olduğu sivil kıyımlar?
Sağlıklı, demokratik bir toplumda normalleştirilmesi mümkün olmayan; “meşrebe göre” kiminin devlete, kiminin ayrılıkçı örgüte veya IŞİD’e dayandırdığı toplu sivil kıyımlarının Türkiye’de bu ölçüde “sıradanlaşmasının” açıklaması belki ileride yapılacak fakat bugün artık galiba asıl mesele, “ilerisinin” ne olacağı…
Şuursuzca kutuplaşmış bir sosyal iklimde, en azından bizim (maalesef) alışkın olduğumuz şey, bugüne dek olduğu gibi “siyasi zeminde” şekillenen bir kutuplaşmayken, artık karşımızda yepyeni, fazlasıyla soğuk ve irkiltici başka bir gerçeklik var: ağır vicdan kaybı…
Türkiye, toplu sivil kıyımlarına tahammülü, bu sivil kıyımları “bir biçimde” gerekçelendirerek sağlıyor artık. Sarsıcı kıyımların kurbanları, öncelikle “katillerinin kim olduğuna bakılarak” ardından da “hangi partiden/gruptan/ideolojiden” olduklarına bakılarak tasnife tabi tutuluyor ve bu tasnifin ardından da hemen gerekçelendirmeler başlıyor:
“Ama onlar vatan haini/ bölücü/ terörist/komünist/faşist/şeriatçı” (Siyasal tasnif)
“Ama onlar Kürt/ Türk/Alevi/Sünni” (Etnik tasnif)
Önceki gün sosyal ağlarda paylaştığım “Oy kullanırken unutma” başlıklı bir politik seriye yapılan yorumlar irkiltici!
Soma’dan Suruç’a, Ankara’dan Gezi’ye kadar yaşanan olaylarda hayatını kaybedenlerin “hatırlatıldığı” seride, her bir kurbanın fotoğrafı ve kendi ağzından kısa ölüm hikâyesi yer alıyordu. Sadece Facebook üzerinden şaşırtıcı biçimde 28 bin kişi tarafından “paylaşılan” ve yine Facebook istatistiklerine göre yaklaşık 100 bin kişiye erişen bu seride kurbanların fotoğraflarının altına yazılan yorumlar, olayı adeta bir sosyal deneye dönüştürdü.
Gezi’de hayatını kaybeden Berkin Elvan’dan Ali İsmail’e, hafta başında evinde öldürülen Dilek Doğan’dan, Suruç’ta katledilen Şevket Saban’a, iş kazası kurbanlarından çevre eylemlerinde hayatını kaybedenlere kadar çok sayıda insanın fotoğrafları, “taraftar” sosyal ağ kullanıcıları arasında hararetli bir tartışmaya yol açtı.
Yorumların çok büyük bir bölümü, hayatını kaybeden insanların bunu “hak ettikleri” yönündeydi. “Orada ne işleri vardı?” “Polise, askere direnmeselerdi” diye başlayan cümleler galiz küfürlerle sonlanıyordu genellikle.
Sözün dönüp dolaşıp “öldürülmeyi hak etmeye” bağlandığı bir noktada söz de bitiyor…
Toplumun “taraf olan kesimleri” bu tasnif üzerinden sivil kıyımları gerekçelendirirken, “bitaraf” kesimler, tarafı olmadıklarına inandıkları, “uzak ve bu nedenle de korunaklı olduklarından emin oldukları” bir “savaşı” kayıtsız gözlerle izliyorlar. Kendilerini güvende hissediyorlar, çünkü “taraf” değiller. Kendilerini güvende hissediyorlar, çünkü bütün bu kavganın “uzağındalar”…
Tek endişenin “ekonominin gidişatı” olduğu “beyaz yakalıların” dünyasını güvenli ve “katlanılır kılan” şey bu “uzaklık”…
Konuştuğum çok sayıda “beyaz yakalı” için “bütün bu olup bitenler çok kötü ama uzak meseleler”… Büyük bir uluslar arası kuruluşun yöneticisi “Abi yüksek güvenlikli plazada çalışıyorum, güvenlikli bir sitede yaşıyorum, toplu taşıma kullanmıyorum” diye başlayan cümlelerle bütün bu hengâmenin kendisinden ve ailesinden ne kadar uzak olduğunu anlatıyordu geçen gün.
Siyaseten taraf olanın da, taraf olmayanın da gerekçelendirdiği, kayıtsızlaştığı ve tahammül eder hale gelebildiği bu giderek dozu artan şiddet ve kıyım tablosunun toplumu götüreceği yer, “çözülme” dışında bir adres olabilir mi?
Yarın sandıktan ne çıkacağından daha önemli sorun, siyasal atomizasyondan daha korkunç sonuçlara gebe toplumsal vicdan erozyonunun yol açtığı bu hızlı çözülmeyle baş edip edemeyeceğimiz.
Zira bu çözülme, kısa süre öncesine kadar Ortadoğu’ya çeki düzen verme hayali kuran bir devletin, kendi ülkesini Ortadoğululaştırdığı anlamına geliyor. Ama Türkiye’nin çözülmesi, herhangi bir Ortadoğu ülkesinin çözülmesine benzemez… Siyasal ayrışmanın üstesinden gelmek belki daha kolay da, duygusal ya duygusal çözülme? İşte onun dönüşü yok… Ve korkarım dönebileceğimiz noktayı çoktan geride bıraktık…