Hakkı YÜCEL
yucelh@kibrisonline.com
Kıbrıs Sorunu çerçevesinde son dönemlerde yaşanan gelişmeler, şu an itibarıyla oluşan iyimser hava, hemen herkesin aynı soruyu sormasına da neden oluyor: “Acaba bu sefer çözüm olacak mı?” Yarım asrı aşkın bir süredir devam edegelen ve nesiller tüketen bu kadim sorunda aynı soru, sona yaklaşılıyor umudunun doğduğu kimi dönemlerde de gündeme gelmiş, ne var ki ‘çözüm’, her seferinde bir başka bahara kalmıştı. Özellikle 2000’li yılların başlarında konjonktürel koşulların katkısı bir yandan, sorunun bütün bileşenlerinin aynı vektörel doğrultuda buluşmaları ve Annan Plânı’nın somut bir çözüm önerisi olarak aynı anda her iki toplumda referanduma sunulması diğer yandan, bu bağlamda tarihsel bir dönemece gelinmişti; ancak yine olmadı ve o dönemeç geçilemedi. Şimdi gelinen aşamada çözüm yönünde umutların yeniden yeşermesinin belki en büyük nedeni, süreci, geçmiş başarısız deneyimleri dikkate alan ve aynı hataların tekrar yapılmaması hususunda hassasiyet gösteren, en azından bu izlenimi veren, toplum liderlerinin götürüyor olması. Şunu söylemek mümkün: şu an itibarıyla ‘Kıbrıs Sorunu’, adada siyasetin ve siyasal aktörlerin yeniden öne çıkan temel konusu, taraflar arasındaki ilişkilerde görece bir yumuşama var; buna dış dinamiklerin ve koşulların katkısı da eklenince, o kritik soru ister istemez bir kez daha gündeme geliyor:
“Acaba bu sefer çözüm olacak mı?”
Bu soru siyasi bir soru ve evvelemirde siyasetin sorusu; haliyle yanıtı da öncelikle siyasetin içinden ve siyasiler tarafından verilecektir. Şüphesiz bu konuda görüş ve düşünce beyan edecek, katkı koyacak, farklı kesimler ve kurumlar da olacaktır. Nitekim öyle de oluyor; çeşitli yorumlar yapılıyor, değerlendirmelerde bulunuluyor, etkinlikler düzenleniyor. Ancak son kertede asıl önemli olan verilecek (üretilecek) yanıtın (Kıbrıs Sorunu bağlamında konuşursak ‘çözüm önerisi’nin) toplumsal karşılık bulması; bir başka ifadeyle toplum tarafından da onaylanması, içselleştirilmesi ve kabul edilebilir olması. Nihayetinde günü geldiğinde -eğer o gün gelirse- referandum yapılacağı ve bu konuda aynı anda her iki toplumun iradesine başvurulacağı gerçekliği de bunun böyle olacağının altını zaten yeterince çiziyor. Bu ise çözüm süreci ekseninde kaçınılmaz olarak ‘siyaset-toplum’, ‘siyaset-birey’ ilişkisini, bu ilişkinin mahiyetinin ne olması gerektiği konusunu gündeme getiriyor.
Kritik nokta da herhalde burası olmak gerekiyor. Şundan, Kıbrıs sorununun çözümü bağlamında “acaba bu sefer çözüm olacak mı” sorusunu ve bu soruya verilecek yanıtı salt siyaset yapıcılarına ve de belirli kesimlere havale etmekle; bu sorunun tek tek toplumun her ferdinin doğrudan kendisinin sorusu kabul etmesi ve üretilecek yanıtın parçası (sorumluluğunu taşıyor) olması arasında ciddi bir fark var. Daha açık ifade edecek olursak, Kıbrıs sorunun çözümünü siyasilere havale ederek “bu sorunu benim adıma sen çöz” demek ve son adım olarak referandumda irade beyan etmek suretiyle sürece buradan ‘eklemlenmekle’; sorunun çözümünde doğrudan sorumluluk almak, yani onun aktif bir unsuru, ‘katılımcısı’ olmak birbirinden çok farklı tavırlar. O fark da şu: Birincisinde birey-toplumun soruna ‘yabancılaşma’, çözüm sürecinin ‘edilgen’ unsuru olma hali söz konusu iken; ikincisinde aynı kesimlerin sorunun parçası olması, sorumluluğunu üstlenmesi, ‘etkin’ unsuru haline dönüşmesi biçiminde bir ilişki söz konusudur. Keza, birincisinde sorunun özünden uzaklaşmak, onunla ilgili gerçeklik algısını buradan kurmak, bir başka ifadeyle o özden uzaklaştıkça gerçekliği salt kendine yontarak kurmak gibi bir sonuç ortaya çıkarken -ki böylesi bir sonuç, tek yanlı bir mahiyet taşıyacağından, sorun çözmekten de uzak olacaktır- ; ikincisinde doğrudan sorunun özüyle hemhal olmak, gerçeklik algısını daha içerden, haliyle o öze dâhil unsurları ya da o özün karmaşasını gözeterek kurmak gibi bir sonuç açığa çıkacaktır ki, böylesi bir sonucun da, bütünü gözettiğinden, potansiyel olarak sorun çözme imkânı taşıyacağı aşikârdır. Ve nihayet birincisinde, böylesi çatışmalı sorunların aşılmasında olmazsa olmaz kertede önem taşıyan ‘yüzleşme’gözardı edilirken, ikincisinde ‘yüzleşme’ asli bir unsur olarak öne çıkacaktır.
Kabul etmek gerekir ki yarım asrı aşkın, yükü ağır bir sorundur söz konusu olan ve bugüne kadar süre gelen gelişmeler, yaşanan gelgitler, imza atılan antlaşmalar da göstermektedir ki bu kadim sorunun çözülmesi, siyasetin kendi başına kotaracağı bir iş değildir. Evet, Kıbrıs sorununun çözülmesine yönelik olarak geçerli ve kabul edilebilir siyasal formülasyonların oluşturulması, bunların yasal çerçevelerinin belirlenmesi önemlidir, dahası gereklidir ama yeterli koşul değildir. Yeterlilik koşulu, bunların tek tek bireylerin akıllarında ve vicdanlarında, sadece kendileriyle sınırlı değil, ötekini de gözeten, yani bütünü kucaklayan ortak karşılığının bulunmasıdır. Bunun yolunun ise Türkü ve Rumuyla Kıbrıslıların tümünün hem mağduru ama aynı zamanda şu veya bu oranda hem de faili oldukları bu sorunda, kendi paylarına düşen sorumlulukları üstlenmelerinden ve bunun gereklerini yerine getirmelerinden geçeceği aşikârdır.
“Hakikat ve Hakikatlilik” (Ayrıntı Yayınları) kitabında felsefeci Bernard Williams “hakikat kültürünü ayakta tutmak için bireysel erdemlere” ihtiyaç olduğuna vurgu yaparken, bu erdemlerin “doğruluk ve samimiyet erdemleri” olduğunun altını çizer. Ona göre “doğruluk hakikati bulmayı” , samimiyet ise “anlatmayı”-herhalde buna ‘anlama’yı da ilave etmek gerekmektedir- , bir başka ifadeyle o hakikati itiraf etmeyi içerir. Williams’ın öne çıkardığı “doğruluk” ve “samimiyet” erdemlerini ‘cesaret’le yerine getirmenin ise hakikatle yüzleşmek kadar bu yüzleşmeyi ‘sahici’ kılmak gibi işlevi olacağını söylemek de mümkündür ve bu da meselenin bir başka önemli veçhesidir. ‘Sahici’ derken kastım şudur: Hakikatle yüzleşilirken ‘öteki’ ile kurulan ilişkinin mahiyetini belirlemek bakımından başvurulan genelde ‘empati’ kavramıdır ve doğru olan da budur. Ancak şu da var ki ‘empati’ ya da ‘empati yapmak’ çoğunlukla ‘sempati’ ya da ‘sempati duymak’la karıştırılmakta, ‘empati’ ‘sempati’ ile ikame edilmektedir. (Bu konu “Tatlı Şiddet-Trajik Kavramı” kitabında Terry Eagleton tarafından da dile getirilmektedir.) Bu ise ‘öteki’ ile kurulan ilişkinin daha çok duygusal-sempatik ilişki seviyesinde -yüzeyel ilişki seviyesinde- kalmasına neden olmaktadır. Oysa ‘öteki’ ile ilişki ‘öteki’ni hisssetmekle sınırlı değildir, buna ilave ‘öteki’nin gerçekliğini de göz önüne alan, onun gerçekliğini anlamaya çalışan daha derin-empatik bir ilişkidir. İşte yüzleşmeyi ‘sahici’ kılacak olan da buradaki ilişkinin mahiyetidir, yani ‘öteki’ile ilişkinin ‘sempati’ düzeyinde mi yoksa ‘empati’ düzeyinde bir ilişki mi olduğu gerçeğidir. Bu önemlidir, çünkü sempati düzeyinde olan ilişki zoru gördüğü anda kolayca terk edilir; kalıcı, yani sahici olacak olan ilişki o zora tahammül edebilecek, onun zahmetini çekebilecek ‘empatik’ ilişkidir. Örnek mi, işte Kıbrıs sorunu ekseninde yaşananlar. Kıbrıs sorunu durağan seyrettiği sürece iki taraf arasında bireysel ya da örgütsel ilişkilerde oluşan olumlu havanın, sorunun gerilimi yüksek seviyelere ulaştığında kopma noktasına gelmesi, o ilişkinin ‘empatik’ değil ‘sempatik’ seviyelerde sürdürüldüğünün ve tam da bu nedenle ‘sahici’ bir ilişki olmadığının, haliyle sorunu çözmeye yetmediğinin işareti değil mi?
Noktayı şöyle koyalım: Kıbrıs sorunu kritik bir aşamada. Başlangıçtaki iyimser hava, çözüm süreci kaçınılmaz olarak yüksek gerilim hatlarına doğru ilerledikçe kötümser bir havayla yer değiştiriyor. Bu da tarafların -özellikte çözümden yana olduğunu söyleyen tarafların- sorunla olan ilişkilerinin hâlâ bütünü, ortak çıkarları gözeten, yani ‘sahici’ bir ilişki olmadığını gösteriyor. O zaman şöyle söylemek gerekiyor: Eğer “Acaba bu sefer çözüm olacak mı” sorusuna olumlu yanıt aranıyorsa, bu da bireylerden başlayarak genele yayılmak suretiyle tarafların sorunla olan ilişkilerinin ‘sahici’ bir mahiyet taşımasını zorunlu kılıyor. Bunun zahmetli bir ilişki olacağı, karşılıklı olarak tavizlere ihtiyaç duyacağı aşikâr. İlişkilerdeki bu mahiyet değişikliğinin siyasete yansıyacağı, önünü açacağı ve çözüm yönünde cesaretlendireceği, bir federasyon çatısı altında kurulması hedeflenen yeni Kıbrıs’a ancak buradan gidilebileceği ise göz ardı edilemeyecek bir başka gerçeklik.
Başka türlüsü çözümü yine bir başka bahara bırakacak, dahası bir başka sefer olmayacak ve o bahar hiç gelmeyecek.