Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
Tzvetan Todorov önemli bir edebiyat kuramcısı. Türkçeye de çevrilen “Poetikaya Giriş” (Metis Yayınları) kitabı, alanında klasik sayılacak bir değere sahip. İlginç bir hikâyesi var bu kitabın. İlk kez 1967 yılında ortak bir çalışmanın parçası olarak, 1973 yılında ise yeniden gözden geçirilerek ayrı bir kitap halinde basılmış. Benim elimdeki 1980 yılında yayınlanan üçüncü versiyonun çevirisi. Uzunca bir önsöz yer alıyor kitabın bu baskısında ve Todorov bunun biraz da bir zorunluluktan kaynaklandığını belirtiyor. O zorunluluk şudur: Amerikan üniversitelerinde ders veren bir arkadaşı söz konusu kitabı kaynak olarak dersinde kullanırken oradan yaptığı bir alıntının öğrencilerin elindeki kopyada olmadığını görünce bakmış ki kitabın iki basımı arasında fark var. Bu durumu daha sonra Todorov’a aktarmış ve nedenini sormuş. Todorov gerekçe olarak özetle iki kitap arasında geçen zamanın birtakım bilgileri eskittiğini ve bu yüzden bazı çıkarmalar ve eklemeler yapmak zorunda kaldığını söyleyince arkadaşının yanıtı şu olmuş: “Başka deyişle, sen bu kitabı her altı-yedi yılda bir yeniden yazacaksın”. Arkadaşının yanıtının doğruluğuna işaret etmek istemiş olmalı ki Todorov, kitabın üçüncü versiyonuna yazdığı önsözde aslında burada da birtakım değişiklikler yapma ihtiyacı duyduğunu, ancak sonradan vazgeçip metni aynen bırakarak derdini ayrı bir bölüm olarak önsözde ifade etmeye çalışmakla yetindiğini söylüyor. Aslında bütün bu olanlar “Poetikaya Giriş” metninin içeriğiyle ve murat ettiğiyle tam bir uyum gösteriyor. Şundan; bu çalışmasında Todorov edebiyat eserleri kapsamında “atomistik” okuma tarzını eleştirmekte, edebiyat araştırmalarının hedefinin de ‘anlam’ın tek başına bir metinle sınırlı kalmadığını, başka metinlerle birlikte (metinlerarası) ilişkilendirmek suretiyle genişleyen bir ağ içinde yeniden üretildiğini , doğurgan bir mahiyet taşıdığını açığa çıkarmak olması gerektiğinin altını çizmektedir. Buradan bakınca metnin zaman içinde yeniden yazılmasının, kısmi değişikliklere maruz kalmasının gerekçesi de anlaşılmaktadır. Öyledir, çünkü ‘anlam’ durağan değil, dinamik, süreklilik arz eden, zamana ve mekâna tabi, yeniden üretilen, “hiç durmayan bir mekiktir.” Todorov da yazdığı metnin zaman içinde değişime/dönüşüme uğramasını metnin canlılığının, yaşıyor olduğunun işareti olarak kabul etmektedir. Hayatın zamana ve mekâna tabi karmaşık dinamiği bu değişimi/dönüşümü, zihinsel doğurganlığı zorunlu kılmaktadır.
Neden bir şey üzerine düşünürken önce edebiyat aklıma geliyor?
Malûm ülkenin siyasi gündemi CTP-UBP koalisyonuna kilitlenmiş durumda. Olurdu olmazdı, olmalıydı olmamalıydı derken partiler arasında görüşme turları tamamlandı ve sonuçta CTP-UBP koalisyon hükümeti kuruldu.Koalisyon Kıbrıslı Türk siyasi tarihinde bir ilk değildi, ancak bu koalisyon örneği bir ilkti ve çıkardığı gürültü de bundandı. Nasıl olmasındı, varoluşları birbirlerine karşıtlık üzerinden inşa edilen, ideolojik olarak zıt kutuplarda duran iki ana siyasi oluşum, geçmişlerini inkâr edercesine bir araya gelmişlerdi. Böylesi bir buluşmada eleştiri oklarının sol parti olarak CTP’ye (Artık CTP’nin BG’si de var, burada sadece CTP yazılıyor olmasının nedeni ideolojiye vurgu yapmaktır) yöneleceği ise aşikârdı ve öyle de oldu. Parti içinden başlamak üzere kendini solda görenler şimdilerde bu oluşumu konuşuyor. Tartışmalara kaynak teşkil eden temel soru ise sol siyaset-ideoloji adına bu koalisyonun (esas olarak CTP’nin tavrının) doğru mu yanlış mı olduğu. Değerlendirmeler, yorumlar ve tepkiler muhtelif . Göründüğü kadarıyla tablo şöyle: Bir yanda CTP’yi kendi geçmişine ve daha genel olarak sol geçmişe ihanet etmekle suçlayarak koalisyona doğrudan karşı çıkanlar var. Bir diğer yanda gönülleri el vermese hatta bu oluşuma esasta karşı olsalar da, geçmişlerinden utana sıkıla alınan kararı haklı gösterecek gerekçeler üretmeye çalışanlar var. Meseleyi tarihsel bir zorunluluğun sonucu olarak kabul eden ve buradan siyaseten olumlu gelişmelerin yaşanacağı yeni bir dönemin başlayabileceğine dair görüş belirtenleri ise daha çok bu kararı alanların kendileri oluşturuyor.
Bu değerlendirmelerde dikkat çeken husus şu: Geçmişin ağırlığı..İlk iki gruptakiler geçmişe referans yaparak tavır geliştirirlerken onu adeta mutlak bir belirleyici olarak kabul ediyorlar. Nitekim ilk gruptakilerin ‘ihanet’ nitelendirilmesi o’geçmiş’ten sapıldığı ya da inkâr edildiği tespiti üzerinden yapılıyor. Keza ikinci grubun koalisyona kerhen onay veren tutumları da yine en çok ‘geçmiş’lerini inkâr ediyor olmaları korkusu ve utancını taşıyor. Üçüncü grubun ‘geçmiş’ten ziyade ‘geleceğe’ vurgu yapan ‘yeni bir dönem’ tespiti farklı bir duruşu ima ediyor olsa da, buradan neyi murat ettikleri ancak yapacakları ile anlam kazanacağından o geleceğin nasıl inşa edileceği pratiğini beklemeyi gerektiriyor.
Neyi söylemeye çalışıyorum?
Şunu: Ortaya çıkan bu tablo CTP üzerinden yerel ölçekte solun yaşadığı sıkıntılar gibi görülüyorsa da, kanımca mesele çok daha geniş boyutlu. Bir başka ifadeyle yaşananlar aslında evrensel ölçekte solun yaşadığı sorunların bir bakıma içerdeki yansıması. Sorun da -buna sorunsal/problematik demek daha doğru- solun ‘geçmiş-şimdi-gelecek’ algısı kapsamında sergilediği yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Büyük resim bunu gösteriyor. O zaman yakından bakalım.
Resim şunu anlatıyor: Yirminci yüzyıl sonu itibarıyla evrensel ölçekte, en çok da solu ilgilendiren, kırılma yaşanmıştır. İki kutuplu dünya sona ermiş, Sovyetler Birliği’nden başlayarak sosyalist blok dağılmış, deyim yerindeyse sol yıkıntının altında kalmıştır. Bu kör gözüm parmağına , dünyada yeni bir dönemin başlangıcıdır.Bu yeni dönemin belirgin karakteristiklerinden birisi, eskinin (geçmişin) ideolijik kesinlemelerinden ve kalıplarından mücehhez zihniyet dünyalarının, yerleşik halleriyle yaşanan gelişmeler karşısında eksiklenmesi, yetersiz kalmasıysa; bir diğeri de en azından bir vadede belirsizliği içkin olmasıdır.Yaşanan süreç yeni zihniyet dünyalarını gereksinmektedir. Bu ise eski (geçmiş) zihniyet dünyalarının koordinatlarını belirleyen ideolojik kesinlemelerinin ve kalıplarının ötesine geçen yeni anlayışları ve yaklaşımları işaret etmektedir. Bir başka ifadeyle kendi doğrusunu apriori kabul eden ve her şeyi buradan kuran indirgemeci yaklaşımlar artık geçersizdir. Öyle olduğu içindir ki bu gelişmeler ışığında sol da teşne olduğu bu indirgemeci anlayıştan arınmak, ideoloji ve siyaset olarak kendini gözden geçirmek zorunda kalacaktır.Kaldı ki büyük oranda belirsizliğin hâkim olduğu aktüel ortam yeni ihtimaller, imkânlar ve seçenekler içeren doğurgan bir potansiyel olarak bu türden yaklaşımlara yeni hareket alanları açmaktadır.
Yani şudur: Sol yaşanan gelişmeler karşısında geçmişini asr-ı saadet mertebesine çıkararak kutsamak, dokunulmaz kılarak savunmak refleksinden kurtulmak, bunun getirdiği zihinsel konformizmle yetinmek kolaycılığından artık vazgeçmek zorundadır. Benjamin’in sözleriyle söyleyecek olursak yeni dönemin solu “geçmişi konformizmin elinden çekip almak” gibi bir sorumlulukla karşı karşıyadır. Açıkcası solun ‘geçmiş’i, içine sığınacağı bir liman değil, bugünün koşullarında yeniden varolmak ve geleceğe uzanmak için yola çıkacağı, bu bağlamda o ‘geçmiş’in birikimleri ve deneyimleri ışığında kendini gözden geçireceği “terminus a quo” sudur (başlangıç noktasıdır.)
Bu başlangıç noktasında ‘geçmiş’ değişmez mutlak belirleyici değildir. Zamanın akışkanlığında ve onun mekâna tabi olan tarihselliğinde o da yeniden anlam kazanmıştır. Bir başka ifadeyle keskin sınırlarla çizilerek mutlaklaştırılan ideoloji ve ideolojik aidiyet,bugünün dünyasının koşullarında o ‘geçmiş’le mutlak tabiyet üzerinden değil, bugünün ihtiyaçlarına karşılık verecek ve yarına umut taşıyacak eleştirel yaklaşımlar üzerinden yeniden ilişki kurmanın, haliyle dönüşüme uğramanın eşiğine gelmiştir.Bu dönüşümün belirgin karakteristiği ideolojinin ve ideolojik aidiyetin daha esnek, çok boyutlu, çoğulcu bir mahiyete bürünmesi, yani içe kapanma halinden çıkarak dışa açılacak konuma gelmesidir.Böyle olması ideolojinin ve ideolojik aidiyetin diyaloğa açık yeni ilişkiler kuracak biçimde genişlemesi, seçenekler üretebilecek zihni ve siyasi potansiyel yoğunluk kazanması demektir.Yeni alanlar açan, yeni fırsatlara ve imkânlara zemin teşkil eden bu zihinsel ve siyasal ortamı,sol tutarlılık ya da doğruluk adına ‘geçmiş’e tutsak etmek olsa olsa o ‘geçmiş’te yaşamak,haliyle bugünü ve geleceği ıskalamaktır. Sol eğer varolacaksa bu, geçmişte ya da salt geçmişiyle yaşayarak değil, o geçmişi bugünü anlamaya ve anlamlandırmaya katkı yapacak biçimde taşıyarak, buradan bugüne müdahil olarak, onu kendi değerleri ve ilkeleri üzerinden dönüştürme çabası göstererek ve yarına yönelik önermelerde bulunarak mümkün olacaktır.
CTP-UBP koalisyonu üzerinden sol adına yapılan yorum ve değerlendirmeler akla bunları getiriyor. Şüphesiz bu koalisyon eleştiriden muaf değildir, ideal bir formül olduğunu söylemek safdilliktir. Sürüp sürmeyeceği, hazırlanan ilkeler manzumesinin çizdiği çerçeveye uyulup uyulmayacağı ya da ne kadar uyulacağı meçhûldür. Solun ise bu konuda söyleyecekleri mutlaka olacaktır. Ancak bu söylenenler ‘geçmiş’ güzellemelerinden ibaret kalacak, kendi üzerine kapanıp kendi doğrusundan başka görüş ortaya koyan herkesi ‘hain’ ilân etmekten öteye geçemeyecekse,bir anlamı olmayacağı gibi, böyle bir sol toplumda ne düşünsel ne de siyasal bir karşılık da bulamayacaktır.
Todorov’u bunun için mi hatırladım: Yorumlamanın doğru ya da yanlış olmaktan önce “zengin ya da fakir, açıklayıcı ya da kısır, güdüleyici ya da durağan” olduğundan söz ediyordu.