Muhafazakârlar’ın 18 yıllık uzun iktidarının ardından İngiltere’de 1997 yılında yapılan seçimlerde İşçi Partisi büyük bir zafer kazandı, halk Tony Blair’i 43 yaşında Başbakan yaptı.
Blair, müthiş karizması ve müthiş özgüveni ile bir anda İngiltere’nin ve dünyanın parlayan yıldızı haline gelmişti.
Ancak bu yıldız, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George Bush’un peşine takılarak ülkesini 2003 yılında başlayan Irak işgaline ortak edince, bütün parlaklığını yitirdi.
Tony Blair’in Eylül 2002’de İngiltere’nin Irak konusundaki tutumunu kamuoyuna duyurmasının ardından ülke savaş karşıtı gösterilerle sallanmaya başladı.
Bu gösterilerin en büyüğü Şubat 2003’te başkent Londra’da, 2 milyon kişinin katılımıyla gerçekleştirildi.
Bütün bu tepkilere rağmen Blair, İngiltere’nin Irak operasyonunun bir parçası olmasını şu sözlerle savundu: ‘Bırakın beni tarih yargılasın’!
***
Irak savaşı ve savaşın Blair ve İşçi Partisi üzerindeki etkileri sürerken, Büyük Britanya bu kez bir başka krizle sallanmak üzereydi.
1929’da yaşanan ve ‘Great Depression’, yani ‘Büyük Bunalım’ olarak anılan ekonomik krizden sonraki ikinci büyük ekonomik kriz, tüm dünyayla birlikte İngiltere’yi de etkisi altına alıyordu.
Tarihteki yerini ‘Great Depression’ olarak değilse de, biraz daha az şiddetle, ‘Great Recession’ yani ‘Büyük Durgunluk’ olarak alan krizin dünyayı vuran büyük dalgası 2008’de geldi, fakat öncü etkileri halihazırda hissediliyordu.
İngiltere, faiz oranlarındaki ciddi yükselişle, krizi zaten karşılamaya başlamıştı.
Blair rüyasının sonu gelmişti.
Tony Blair Haziran 2007’de, Başbakanlık süresinin onuncu yılında hem parti başkanlığını hem de başbakanlığı Gordon Brown’a bıraktı.
Ekonomik krizi kucağında bulan Gordon Brown’un önemli bir diğer handikabı ise bütün hatalarına rağmen Blair’in tartışmasız karizmasıydı.
Gordon Brown yaptığı konuşmalar nedeniyle sıklıkla alay konusu oluyor, imaj yaratıcılarının tavsiyelerine uyarak hayat verdiği birtakım yapmacık hareketlerle komik durumlara düşüyordu.
İşçi Partisi 1997 yılında devraldığı iktidarın hızla sonuna yaklaşıyordu.
Parti kendi içinde gruplara bölünmüş, ciddi bir güç kaybına uğramıştı.
Uzun yıllar hükümet etmenin yıpranmışlığı, Irak savaşı, ekonomik kriz ve son olarak Başbakan Gordon Brown fiyaskosu, 2010 yılında yapılan seçimin sonucunda İşçi Partisi yerini Muhafazakâr Parti’ye devretti.
650 kişilik parlamentoda en çok sandalyeyi Muhafazakârlar kazanırken, ikinci sırada İşçi Partisi, üçüncü sırada ise Liberal Demokratlar yer aldı.
Ancak Muhafazakârlar’ın sayısı, bir önceki dönemin aksine tek başına iktidar olmaya yetmedi. Sandıktan çıkan sonuç koalisyondu.
Ve ortada iki koalisyon ihtimali vardı.
Bunlardan ilki Muhafazakâr Parti ile Liberal Demokratlar’ın işbirliğiydi.
Bir diğer alternatifte ise Muhafazakârlar yer almıyordu. İkinci ve üçüncü parti, yani İşçi Partisi ile Liberal Demokrat Parti ortaklığı söz konusuydu; ancak burada bir sorun vardı, iki partinin sandalye toplamı çoğunluğu elde etmiyor, parlamentodaki diğer küçük partilerin desteği de gerekiyordu.
Liberal Demokratlar ile Muhafazakâr Parti siyasi görüş olarak pek de birbirinin yakınında olan iki parti değil, Liberal Demokratlar aksine İşçi Partisi ile çok daha uyumlu bir siyaset yürütebilecek bir çizgide.
Muhafazakâr Parti’nin politikalarına kesinlikle karşı olan küçük partilerin de desteğiyle, son derece uyumlu bir İşçi Partisi-Liberal Demokrat hükümeti mümkündü.
Ancak kilit konumdaki Liberal Demokratlar, tercihlerini uyumlu olabilecekleri İşçi Partisi’nden değil, siyaseten bambaşka noktalarda oldukları Muhafazakâr Parti’den yana kullandılar.
Neden mi?
Çünkü İngiliz kamuoyu ve de parti tabanı, bu kadar yıpranmış bir İşçi Partisi ile ortaklığı hazmedecek durumda değildi.
Her yandan ‘biz bunun için oy vermedik’ sesleri yükseliyordu.
Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Nick Clegg de zaten seçimden önce, Gordon Brown ile çalışamayacaklarını söylüyordu.
Yine de koalisyon çalışmaları çerçevesinde İşçi Partisi ile de görüşüldü. Ama sonuç, İşçi Partisi’nin lehine olmadı.
***
Liberal Demokratlar her iki türlü de bir siyasi bedel ödemek zorunda kalacaktı.
Kamuoyunun desteği olmamasına rağmen İşçi Partisi ile koalisyon yapmanın siyasi bedeli ya da politik duruşları çok ayrı noktalarda olan Muhafazakâr Parti ile koalisyon kurup icraat noktasında ilkelerden ödün vermek zorunda kalmanın siyasi bedeli!
Nick Clegg ikinci bedeli ödemeyi tercih etti.
Ve ödüyor da.
Örnek mi?
Clegg seçimden önce, İngiliz vatandaşlarına 3 bin Sterlin olan üniversite harçlarını kaldırma sözü vermişti seçmenine.
Muhafazakârlar ile hükümet kurduktan sonra, bırakın kaldırılmasını, bir yasa değişikliğiyle üniversite harçları 9 bin Sterlin’e yükseltildi. (Yasa üniversitelere 6 bin ile 9 bin arasında bir harç belirleme hakkı tanıyor ama hemen hemen bütün üniversiteler 9 bini seçti).
Bu karar hükümetin büyük ortağı Muhafazakâr Parti’nin kararıydı ancak küçük ortak direnemedi, kabul etmek zorunda kaldı.
Gerçi Liberal Demokrat Parti’nin bazı muhalif milletvekilleri İşçi Partisi ile birlikte bu yasaya ‘hayır’ dedi ama toplam oylar yeterli olmadı, yasa geçti.
Liberal Parti Muhafazakâr Parti ile değil de İşçi Partisi ile hükümet kurmuş olsaydı, böyle bir yasanın geçmesi söz konusu dahi olmaz, seçmeninin karşısında düştüğü bu duruma düşmezdi.
Ve Clegg, kameraların karşısına geçip ‘Özür dilemek’ zorunda kalmazdı.
Evet yanlış okumadınız, Başbakan Yardımcısı Clegg, seçimden önce verdiği sözün tersini yapmak zorunda kaldığı için, seçmenden alenen özür diledi.
Liberal Demokrat Parti, David Cameron başkanlığındaki Muhafazakâr Parti ile hükümet kurarken bunların başına geleceğinin elbette farkındaydı, ama yukarıda da değindiğimiz gibi, bu tür ve belki de uzun vadede çok daha ağır olacak bir siyasi bedeli, kamuoyuna ve seçmenine rağmen, halkın gözündeki kredibiletisini yitirmiş İşçi Partisi ile koalisyon kurarak ödemek zorunda kalacağı siyasi bedele yeğ tuttu.
***
Bir atasözü vardır; teşbihte hata olmazmış!
Yukarıdaki örnek birebir şu anda ülkemizdeki siyasi duruma denk değildir. Ama işin özü çok farklı sayılmaz sanırım.
CTP de önündeki üç seçenek arasından seçim yaparken, hangi seçeneğe yönelirse ne tür bir siyasi bedel ödeyeceğini iyice değerlendirmek zorundadır.
Demokrat Parti ya da Ulusal Birlik Partisi ile koalisyon mu, yoksa seçmen 28 Temmuz’da ona ‘hükümet’ demiş olsa bile görevi iade edip muhalefette kalmak mı?
Bu çok kritik bir karardır.
Ve tabanın ve kamuoyunun yargısını göz ardı eden bir CTP de gün gele, ‘TARİH’ tarafından yargılanmaya mahkum olur!