Rafet Uçkan
rafetuckann@gmail.com
Kıbrıs’ın kuzeyinde yarın gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, sorunlar yumağının ortasında kalmış ve onun parçası haline gelmiş bir “devletin” cumhurbaşkanı seçilecek. Adaylar, “iç meselelere de müdahil olacağız” mesajı vererek “cumhurbaşkanı nedir, ne değildir” üzerine tartışsa da; yasal ve uluslararası alanda tanınmış bir “devletin”, görevleri “anayasayla” tanımlanmış bir cumhurbaşkanından ziyade, müzakere masasında Kıbrıslı Türklerin iradesini temsil edecek ismin kim olacağı belirlenecek. Şayet “gerçekçi” ve kalıcı bir çözümün yanında saf tutan, “taksim” yıkıntılarının ve korku politikalarının ardına gizlenmeyen adaylardan biri seçilirse, bu seçim ilginç bir paradoksu da temsil etmiş olacak. Tanınmayan bir “devletin” cumhurbaşkanı, müzakere için girdiği odadan, dünyanın tanıdığı bir federasyonun temellerini atarak çıkmaya çalışacak ya da bu “devlet” tırnak içinde yazılmaya devam edecek. Üstelik Mayıs’ta yeniden kurulacağı anlaşılan müzakere masası, dünyanın ve bölgenin “güçlü” aktörlerinin aktif şekilde müdahalede bulunduğu; “söz hakkına” sahip olmayan devletlerin “söz sahibi” olduğu bir masa olacak. Seçilecek cumhurbaşkanı, masaya yalnızca sorunun “meşru” iki tarafından biriyle değil; BM, AB, NATO, Türkiye, Yunanistan, İngiltere, ABD, İsrail, Rusya ve hatta Noble Energy ve Total gibi görünür ya da “görünmez” birçok aktörle, bileşenle ve “bagajla” beraber oturacak.
Üç Seçenek
Yukarıdaki denklemde, yarın gerçekleşecek seçimler bağlamında Kıbrıslı Türklerin önünde üç temel seçenek bulunuyor. Seçeneklerden biri, yıllardır biriken yılgınlığın ve Annan Planı döneminde hüsrana uğramışlığın da etkisiyle bu çok bileşenli ve karmaşık süreçten artık umudu kesmek ve mücadele etmeyi anlamsız bulmak… Kıbrıslı Türkler huzursuz bir biçimde de olsa bu seçeneğe sırtını bir defa yasladığında, kimin cumhurbaşkanı olacağı önemsizleşiyor. Dolayısıyla oy kullanmakla kullanmamak arasında da hiçbir fark kalmıyor.
Bunun dışında kalan ve zaman zaman birbiriyle kesişim kümeleri oluşturabilen diğer iki yaklaşımsa, ilkinden daha farklı bir zemin üzerinde yürüyor ve seçim olsun ya da olmasın çözüme ve Kıbrıslı Türklerin iradesini savunmaya ve güçlendirmeye yönelik olarak Kıbrıslı Türkleri mücadeleye çağırıyor. Bunlardan ilki, “reel” koşulları olduğu haliyle kabul etmeyi reddeden (ya da kimi zaman bu koşulları açıkça “yadsıyan”) ve fakat temel “ilkeler” konusunda ısrarcı ve tutarlı olan yaklaşım… Bu yaklaşımın radikal sol kanadı, “birleşik, sosyalist Kıbrıs” için bir mücadele hattı örmeye çalışıyor. Bir kısmı, taksimci cepheyi zayıflatmak adına oy kullanmanın bir strateji olabileceğini savunuyor; bir kısmı ise seçimleri boykot ediyor.
Diğer yaklaşım ise, “ilkeleri” bir kenara koymadan; ancak mevcut koşulları gözeterek, bu koşullar altında “makul” bir çözüm yolu bulmaya çalışıyor. Çözümsüzlüğü ve taksim fikrini tahkim etmek için dönemin siyasi dengelerini, savunduğu “yıkıcı” hattın mecrasına kanalize eden Denktaş örneği tam tersinden okunduğunda, “etkin” ve “yapıcı” bir duruşu ve çözüm iradesini temsil eden siyasi aktörlerin de aynı ölçüde “başarılı” olabileceğini söylemek mümkün görünüyor. Bu yazı, yarınki cumhurbaşkanlığı seçimi bağlamında, temel olarak bu son yaklaşımı benimseyenlere hitap ediyor. Çünkü ancak mevcut koşullar içerisinde hala bir hareket alanı olduğu savunulduğu zaman, oy kullanmak ve çözüme yakın duran adaylar üzerine konuşmak anlamlı hale geliyor.
Doğrudan bu konuya geçmeden evvel, seçim sonuçlarını tahmin etmeye dönük anketler üzerine birkaç not düşmek gerekiyor. Tüm araştırmalar, ilk turda Derviş Eroğlu’nun en yüksek oyu alacağı ve fakat seçimin ikinci tura kalacağı konusunda uzlaşsa da, adayların oy oranları açısından birbiriyle çelişiyor. Türkiye’nin ciddi araştırma şirketlerinden birisi ilk turda Mustafa Akıncı’nın, diğeri ise Sibel Siber’in ikinci tura kalacağını iddia ediyor. Gezici ile Metropoll’ün bulduğu sonuçlar kıyaslandığında, Derviş Eroğlu ve Kudret Özersay’ın oy oranları arasındaki oynamalarsa, araştırmaların hata payı sınırları içerisinde kalıyor. Asıl oynama, ideolojik farkların çok keskin olmadığı, çözüme dair yaklaşımların birbirine yakın olduğu Akıncı ile Siber’in oy oranları arasında gözlemleniyor. Ölçek çok küçük olduğu için, Türkiye’de dikkate alınmayacak miktardaki oy kaymaları, sonuçlara çok büyük yüzdeler olarak yansıyor. Bir de hane bazında parti bağlılığının Türkiye kadar keskin olmadığı da hesaba katıldığında, bir anket şirketinin Akıncı’yı, diğerinin Siber’i ikinci tura çıkarması da olağan görünüyor.
Eroğlu Dışındaki Adaylar
Bu yazıda, esas olarak yarınki seçimlerde Eroğlu dışında bir seçenek olarak kabul gören üç aday üzere birkaç kısa not düşmeyi amaçlıyorum. Önce Özersay üzerine birkaç söz söylemek ve ardından “esas olarak” Siber ve Akıncı üzerine konuşmakta fayda görüyorum.
Kudret Özersay, ideolojik duruşundan da bir ölçüde bağımsız olarak, kamuoyunda “parlak” bir imaj çiziyor ve öyle ya da böyle uzun vadede siyasette varlık gösterebileceği “izlenimi” uyandırıyor. İkinci tura hasbelkader kalması durumundaysa, seçilme şansının düşük olmadığını varsaymak da mümkün. Ancak, şu anda “iddialı” bir aday olarak görünmemesinin, seçim kampanyası boyunca çizdiği imajla yakından bağlantısı bulunuyor. Hem Denktaş hem de Talat ve Eroğlu ile çalışmış olması ve bu liderlerin müzakere heyetlerinde yer alması, Özersay açısından bir dezavantaja dönüşmüş gibi görünüyor. Çünkü Özersay, “siyasi” bir aktörden ziyade, bir “teknisyen” görüntüsü çiziyor. Seçimlerden sonra şu anki adayların tümüyle çalışabilecek ve müzakere sürecine katkı sunabilecek bir “uzman”a daha çok benziyor. Özersay’ın siyaseten niteliksiz bir aday olmasından değil, kampanya boyunca yanlış bir otoportre çizmiş olmasından bahsediyorum. Seçimi kaybederse, biraz da bu yüzden kaybedeceğini düşünüyorum.
Öte yandan, seçimlerin ikinci tura kalma ihtimali en yüksek iki adayı olan Akıncı ve Siber’in seçim bildirgelerine bakıldığında, Kıbrıs sorunun çözümü konusunda, her iki ismin de aslında çok net çizgilerle birbirinden ayrılmadığını söylemek mümkün görünüyor. Her ikisi de Maraş konusunda, yeni kapıların açılması, doğal gazın adil bir biçimde paylaşılması, Ercan Havaalanı ve Mağusa Limanı gibi konularda aşağı yukarı benzer bir hat üzerinde yürüyor ve genel çerçevede iki toplumlu iki kesimli federasyona dayalı bir çözümde istekli ve kararlı olduğunu belirtiyor. Ancak iç meselelere “müdahil olma” konusunda iki aday arasında gözle görülür farklar bulunuyor. Akıncı’nın bildirgesi, daha ziyade “ilkelere” odaklanıyor; çok somut projeler sunmaktan ve bu seçimi bir “genel seçime” çevirmekten kaçınıyor. Akıncı daha ziyade “sosyal adalet”, “öncülük yapmak” ve “rehberlik etmek” vurgularını makul bir tonla öne çıkarıyor ve orada duruyor. Öte taraftan Siber’in meclis başkanlığı ve başbakanlık yapmış olması, hem iç meselelere müdahil olmak bağlamında hem de dış politikada takınacağı tutum bağlamında bence aleyhine işliyor. Siber’in proje ve icraat olarak bildirgede sundukları çok zayıf kalıyor. Örneğin Lefkoşa’da meydanları güzelleştirme projesi, tarihi bir binanın Çağdaş Sanat Müzesi olarak restore edilmesi, gazetelerin dijital ortama aktarılması ve Dr. Küçük Müzesi’nin daha donanımlı hale getirilmesi… Bunun da dışında, Siber’in “Uluslararası İlişkilerde Girişkenlik” başlığı altında anlattığı 4 temel icraatın iki tanesi “mektup yazmak”, birisi “sempatiyle karşılanmış olmak”, diğeri ise Lordlar Kamarası’nda iki ayrı konuşma yapmış olmak… Bu icraatlar, aktif dış politikaya dair umut vermekten ziyade, “mektup diplomasisi”nin ne olduğuna dair bir kanaat oluşmasına yarıyor. Üstelik bunu yapmak ne fazladan bir beceri ne de vizyon gerektiriyor.
Birkaç Eleştiri
Federasyona dayalı çözüm konusunda, her iki adayın da kararlı bir çizgi izlediğini yukarıda da belirtmiştim. Bu, her iki adayı da en azından Derviş Eroğlu karşısında daha tercih edilebilir bir konuma yerleştiriyor. Eksiğiyle fazlasıyla, her iki aday da çözüme dair net bir irade beyanında bulunuyor ve aslında çözüm için oy talep ediyor. Ancak, her iki adayın da Kıbrıs sorunu konusunda gelişkin bir analizin biraz uzağında olduğunu da not etmek gerekiyor. “İki toplumlu, iki kesimli federasyon” fikri ve bu fikri beslemeye dönük öneriler, iki adayda da yetersiz kalıyor ve merkez seçmenin sahipleneceği genel-geçer ifadelerin ötesine doğru pek fazla hamle yapamıyor. İki adayın birbirinden ayrışmasının zorluğu da aslında biraz buradan kaynaklanıyor.
Başka bir mesele ise şu: Her iki aday da “Türkiyeliler” konusunu “ıskalıyor”. Görmezden gelmenin hem imkânsız hem de faydasız olduğu bu mesele üzerine, ilke düzeyinde olsa bile vurucu ve “sahici” herhangi bir şey yer almıyor bildirgelerde. Daha da önemlisi, bunu “iç meseleler” başlığı altında da değil, belki de doğrudan doğruya Kıbrıs meselesinin altında ele almak gerekiyor. Bilindiği gibi Türkiyeli göçmenler konusu, uzlaşma sağlamanın zor olduğu meselelerden birisi olarak dönüp dolaşıp müzakerenin ana maddelerinden birisi olarak masaya geliyor.
Sonuç Yerine
Bütün eksiklerine ve eleştirilecek yanlarına rağmen, çözüme dönük kararlı ve gerçekçi adımlar atacak adayların yarınki seçimlerde desteklenmesi gerekiyor. Bir cumhurbaşkanlığı seçiminin her şeyi çözeceğini iddia etmiyorum elbette; ama mücadeleye, çözüme ve barışa dair umudu canlı tutmak adına, ciddiye alınması gereken uğraklardan birisi bu seçim. Bu seçimde, Ada’yı bir nifak hattıyla bölenlerin gölgesi bir yanda, çözüm ve barış isteyen irade diğer yanda duruyor.