Yonca Özdemir
yoncita@metu.edu.tr
“Bugün yeni bir gündür. Bugün Türkiye'nin küllerinden doğuşunun, yeni Türkiye'nin kuruluşunun günüdür.” Recep Tayyip Erdoğan 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi ardından yaptığı balkon konuşmasında kazandığı zaferi böyle tanımladı. Peki, 10 Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimleri gerçekten Türkiye için böylesine önemli bir dönüm noktası mı?
Halkoylaması yöntemi ve AKP rejimi
Bildiğimiz üzere Türkiye Cumhurbaşkanı ilk kez bir halkoylaması ile seçilmiştir ama halkoylamaları AKP rejimi süresince Türkiye tarihinde daha önce hiç görülmemiş ölçüde sıkça kullanılmıştır. 1961 ve 1988 yılları arasında Türkiye’de sadece dört halkoylaması yapılırken, 12 yıllık AKP iktidarı süresince üç halkoylaması yapılmıştır. 2007 ve 2010 yıllarında halkoylaması yoluyla anayasada yapılan değişiklikler 2014 cumhurbaşkalığı oylamasına yol açmıştır.
Peki, AKP neden sürekli halkoylaması yapmaktadır? Nicos Poulantzas’a göre kapitalist düzenlerde otoriter kitle partileri devletin politikaları için kitle desteğini harekete geçirmek üzere halkoylaması yapmaya yatkındırlar. Fakat halkoylamaları doğrudan demokrasiyi canlandırmaktan ziyade zaten bütünleşmiş olan parti-devletin gücünü kitleler üzerinde egemen kılmak amacıyla kullanılır. Otoriter devlet rejimlerinde halkoylamaları popülizmin ve meşruiyetin kaynağıdır. Kurulmuş ya da kurulmakta olan düzenin devamlılığı için gereken rızanın sağlanması halkoylamaları ile güvence altına alınır.
Nitekim 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri ile sadece Erdoğan cumhurbaşkanı seçilmemiş, aynı zamanda Erdoğan’ın cumhurbaşkanıyken hukuka aykırı yapacağı tüm davranışlar da onaylanmıştır. Hatta AKP döneminin yolsuzluklukları ve haksızlıkları da bu seçimle (ve 2014 yerel seçimiyle) onanmıştır. Erdoğan zaten hep hukuksuz davranacağını, hatta daha fazlasını yapacağını açık açık ilan etmiştir. Yaptıklarına herhangi bir itiraz olduğunda seçimlerde aldığı oyu hatırlatarak kendini meşru kılacaktır. Ne de olsa çoğunluğun oyunu almıştır ve Türkiye’de onu kontrol edebilecek, dizginleyebilecek herhangi bir kurum veya kişi de kalmamıştır. Ne yazık ki AKP’nin aldığı bu yüksek oy oranları, Erdoğan’ın hep yaptığı gibi, diğer partilerle kıyasın da temel argümanı haline gelmiş, Erdoğan’ın tüm antidemokratik faaliyetleri de “seçim demokrasisi” kılıfı altında Türkiye’yi tipik bir “otoriter çoğunlukçu” rejime dönüştürmüştür.
Seçimin meşruiyeti
Erdoğan karşıtı gruplar seçimi gayri meşru olarak nitelendirseler de bu Erdoğan’ın artık Türkiye’nin cumhurbaşkanı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İşin ilginç yanı, kaybetmesi kesinlikle mümkün olmadığı hâlde bu seçimlerde Erdoğan başbakan olmasının verdiği tüm gücü ve ayrıcalıkları hiç tereddüt etmeden kullanmıştır; medyanın dolaylı ve dolaysız kontrolü, hükümet ettiği yıllarda palazlanan iş adamlarının sağladığı bonkör para kaynakları, devletin ulaşım araçları ve bazı ünlülerin açık desteği gibi. Bunlar seçimi haksız yapmakla birlikte kimse Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının meşruiyetini sorgulayacak güçte değildir.
Ortada gezen yaygın bir kanıya göre de eğer seçimde oy vermeyen %26’lık kesim, seçime katılsaydı bu seçimin sonucu farklı olacaktı. Bu iddianın sahiplerine göre eğer boykotçular ve tatilciler oy verseydi, Erdoğan seçimi kaybetmişti. Kanımca %74’lük seçime katılma oranı Erdoğan’ın kazanma nedeni değil. Her ne kadar Erdoğan karşıtları tarafından seçimde oy vermeyenler günah keçisi ilan edildiyse de, daha yüksek bir seçime katılma oranı da bu sonucu değiştirmezdi, çünkü seçimde oy vermeyenler sadece boykotçular ve tatilciler değildi. Yazın büyük bir bölümünü kırsalda geçiren pek çok şehir seçmeni de bu seçimde oy kullanamadı ve bunların büyük bir kısmı da yazı, mevsimlik tarım işçisi olarak geçiren AKP seçmenleriydi.
Neyin dönüşümü?
Kimilerine göre bu seçim tek parti rejimine bir geçişi simgeliyor ve seçim sistemi, bürokrasi, devletin ekonomideki rolü, çalışma ilişkileri ve hatta gündelik yaşama ilişkin pek çok şeyin köklü bir değişime tabii olacağı yeni Türkiye rejiminin inşasında önemli bir eşik. Diğer yandan bu seçimin sonuçlarını çok da büyütmemek gerektiğini savunanlar var. Ne de olsa bu AKP’nin dokuzuncu seçim zaferi. 2002’den beri AKP bu son seçimin yanısıra üç genel seçim, üç yerel seçim ve iki halkoylaması kazandı. Üstelik AKP’nin yeni Türkiyesi uzun zamandan beri zaten inşa edilmekteydi. Halkın kaç çocuk yapacağına, kiminle yaşayacağına, ne içeceğine, kolundaki dövmesine ve hatta kahkahasına kadar uzanan özel yaşama müdahele Türkiye’de zaten uzunca bir süredir var. Özelleştirme, güvencesizleştirme, taşeronlaştırma da 2002’den beri olağan uygulamalar. Özellikle 12 Eylül 2010 referandumundan itibaren yargının yürütme karşısındaki gücü de eridi ve kuvvetler ayrılığı neredeyse ortadan kalktı. Her zaman var olan polis şiddeti Haziran 2013 direnişinde zirve yaptı. Medya ve gazeteciler üzerindeki baskı bayağıdır had safhada. Partizanlık, kadrolaşma, dış politikadaki maceracı ve militarist tutum da artık sıradanlaştı. Bütün bunlar Erdoğan’ın başbakanlığında zaten olduysa, cumhurbaşkanlığında bundan daha kötüsünü beklemeli miyiz?
İşin ilginç yanı bu seçim ile Erdoğan anayasanın çok az yetki verdiği, simgesel, partilerüstü ve tarafsız olması gereken bir mevkiye seçilmiştir. Fakat tabi ki Erdoğan’ın bu mevki için farklı niyetleri var. İşte Türkiye için tehlike de burada yatıyor. Erdoğan 1980 anayasasının kalıntılarını kullanarak Türkiye’yi fiili bir başkanlık sistemine geçirmeyi tasarlamakta. Ayrıca Erdoğan’ın planı 2015 genel seçimlerinde AKP’nin daha büyük zafer kazanarak parlementoda anayasayı tek başına değiştirme gücü elde etmesi ve bu güçle Türkiye’ye başkanlık rejimini getirmek. Eğer bu planı başarıyla yürütürse, bu seçimin Türkiye için büyük bir dönüm noktası olacağını söylemek yanlış olmaz.
Aksi takdirde Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı, Özal ve Demirel örneklerinde yaşandığı gibi, Erdoğan’ın kısa zamanda AKP’nin kontrolünü kaybetmesi ve partide bölünmeler yaşanması ile oniki yıllık muhafazakâr birliğin sonunda çatlayıp dağılma sürecine girmesinin ve dolayısıyla Erdoğan’ın sonunun bir başlangıcı olabilir. Bu fazla iyimser bir öngörü gibi görünse de oldukça olası bir tahmin. Öyleyse aslında dönüm noktası 2015 genel seçimleri olacaktır. Bu bir senede Erdoğan’ın ve AKP’nin politikalarında pek bir değişiklik beklemediğimize göre esas önemli olan muhalefet partilerinin ve Gezi’de ortaya çıkan muhalif hareketin bu bir seneyi nasıl geçireceği ve 2015 seçimlerinde nasıl konumlanacağıdır.
AKP’li seçmeni anlamak
Bilim insanları ve yazarlar AKP’nin ve Erdoğan’ın bir türlü durmayan yükselişini açıklamakta doğal olarak zorlanıyorlar. Öyle ya, gittikçe otoriterleşen ve Türkiye’yi tek adam-tek parti rejimine sürükleyen, yasadışı yollardan elde ettiği milyonlarca Euroyu sıfırlamakta zorlanan ama kendi ve yandaşlarının çıkarı için yüzlerce insanın toprağa gömülmesine göz yuman ve hatta şikayet eden vatandaşı tokatlamayı da caiz gören bir siyasi figürün ve partisinin hâlâ iktidarda oluşu ve gittikçe iktidarını pekiştiriyor oluşu açıklanması zor bir şey.
Herkesin bildiği bir gerçek var ki o da Erdoğan dindar ve kültürel olarak muhafazakâr seçmenin oylarıyla seçim kazanmakta ve bu seçmenler çoğunlukla kırsal kesimde yaşayan ya da kırsaldan büyük şehirlere göreceli olarak yeni göçmüş vatandaşlardan oluşuyor. Sanayileşme evresini tamamlayamamış Türkiye toplumunda, bu kesimin toplumun yarısından fazlasını oluşturduğu da bilinen bir gerçek. Son zamanlarda bu “muhafazakâr-dindar seçmene empati yapmak” gerektiği de liberal çevrelerde sıkça dile getirilir oldu.
Ancak kanımca “empati” de Türkiye’deki gidişatı değiştirmeyecektir. Tüm bu yapılanların ülkeye ve dolayısıyla kendine zararını tahlil edemeyecek kadar Erdoğan destekçisi bir kitleyi anlamak belki de psikolojik bir analiz gerektiriyor. İşte ben bu yüzden hemen Erich Fromm’u hatırlıyorum. Psikolojik analiz ile Marxist analizi sentez ederek özellikle Nazi faşizmini anlatmaya çalışan Fromm’a göre, feodal toplumlarda geleneksel bağlardan kopmayla gelen özgürlük, kişilere yeni bir serbestlik hissi verse de aynı zamanda onların kendilerini yalnız ve dışlanmış hissetmelerine, kuşku ve endişe ile dolmalarına neden olur. Bu da bu kişileri yeni bir itaat ilişkisine, kontrolsüz ve mantıksız eylemlere iter. Mekândan ve toplumdan bu şekilde yabancılaşma ve bunun yol açtığı güvensizlik ve korkular, insanların faşizm gibi otoriter sosyal düzenlerde güvenlik ve mükâfat aramalarına yol açar. Bu kapitalist düzende ortaya çıkan bir dönüşümdür ve Fromm çareyi humanist ve demokratik bir sosyalizmde arar.
Bu argümanı Türkiye’de AKP’nin nasıl geniş destek bulduğunu anlamak için de kullanabiliriz. Nitekim AKP usta bir siyasi taktikle ve Erdoğan’ın bu kitleler üzerindeki karizmatik gücünü de kullanarak geleneksel bağlarından kopmaya başlayan ve bunun tedirginliğini yaşayan geniş kitleleri kucaklamış, onları yeni bir sınıf olarak Türkiye siyasetinin içine çekmiş ve bu kitlelerin görünür ve tanınır hale gelmesine hem yardım etmiş, hem de bundan faydalanmıştır. Yani, Erdoğan ne kadar otoriter, mantık dışı ve kutuplaştırıcı olursa olsun, Türkiye kendi ekonomik ve sosyal gelişimini tamamlamadığı sürece ve parçası olduğu ve kendi içinde derinleştirdiği kapitalist düzen de değişmedikçe, halk içindeki desteği kolay kolay azalacağa benzemiyor. Özellikle de AKP’siz varolması zor olan yeni dindar burjuvazinin maddi ve siyasi desteğine sahipken... Büyük yatırım projeleri, devasa inşaat kompleksleri, AVM’ler, vb. ne kadar yolsuzluk fırsatları ve sürdürülemez bir dış borç yaratmış olsa da, yarattığı ekonomik büyüme ile Erdoğan’ın Türkiye’sinde hâlâ pek çok kişi iyi yaşamakta, ya da daha doğrusu iyi yaşadığını sanmaktadır. Ancak tekrar Poulantzas’a kulak verirsek, yönetsel gücün bu şekilde parlamento, muhalif partiler ve demokratik özgürlükler pahasına tek elde toplanması, devletin gittikçe daha güçlendiği anlamına gelmez. Aksine otoriter devlet, büyüyen ve artık patlamaya hazır ekonomik çelişkiler ve kriz eğilimleri ve halkın yeni mücadele şekilleri karşısında zayıflamaya mahkûmdur.
Poulantzas’dan aldığımız iyimserlik ile bardağın dolu tarafına bakacak olursak, Erdoğan %52 ile oy kapsitesinin limitlerine ulaşmıştır. Geriye kalan %48’den oy alamayacağı kesindir. Bu Erdoğan’ın despot yöntemleri ile AKP’den tamamen yabancılaşmış, çevre bilincine sahip, AKP’nin kadın ve diğer sosyal konulardaki fikirlerinden rahatsız ve Türkiye’nin en çok gazeteci hapseden ülke olmasından da utanç duyan bir kesimdir. Kısacası bu insanlar Türkiye’de medeni koşullarda yaşamak istemektedir. Onlar sağa kaydığı ve AKP’ye karşı başarısız bir siyaset yürüttüğü için CHP’den uzak durmakta ve Kürt sorunundan başka sorunlarla pek ilgilenmeyen HDP tarafından da kucaklanamamaktadır. Fakat bu insanlar henüz kendilerini siyasi olarak ifade edebilmiş ve örgütlenebilmiş olmasalar da, bunu er geç yapacak ve demokratik, farklılıklara karşı hoşgörülü, çevreye duyarlı, evrensel insan haklarına saygılı, iş güvenliği ve sosyal haklar konularında batılı anlamda sosyal devlet anlayışını benimsemiş sol bir oluşumda yerlerini bulacaklardır. Bu oluşum HDP’de mi büyür, değişen bir CHP’ye mi dâhil olur, yoksa yepyeni bir partide mi varlık bulur, şimdilik bilemiyoruz. Tek bildiğimiz, sol muhalefet bir an önce toparlanmazsa, Türkiye daha en az bir on sene daha Erdoğan’ın boyunduruğu altında kalacaktır. Ya da birkaç gün önce Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz’in Türkiye’nin kapısında olduğunu ilan ettiği ekonomik kriz, Erdoğan’ın ve inşa ettiği rejimin sonunu getirecektir.
---------------------------------------
Nicos Poulantzas (1978). State, Power, Socialism. London: Verso.
Erich Fromm, Escape from Freedom, 1942: 89.
Poulantzas (1978).
Joseph Stiglitz, “Stiglitz: Yolun sonuna geldiniz,” Cumhuriyet Gazetesi, 18 Ağustos 2014 (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/107247/Stiglitz__Yolun_sonuna_geldiniz.html)