Hayatın bir anlamının olup olmadığı ya da kendi payına düşen ömre sığan hayatı yaşayan bireyin ona anlam katacak yaşama biçiminin ne olup olmadığı sorusu, daha çok felsefi ağırlığı olan, kadim bir soru. Nitekim felsefe de, tarihi boyunca, aynı zamanda bir varoluş sorunu olarak, bu soruya yanıt arar. Örneğin daha en başlarda, Antik Yunan’da, Pythagoras (Pitagoras) hayatı bir spor müsabakasına (oyuna) benzeterek insanı (yaşadığı hayat biçimini de gözeterek), bir: tek amacı yarışı kazanmak olanlar; iki, aynı anda hazır ortam da oluşmuş, kalabalıklar bir araya gelmişken satış yaparak para kazanmayı önceleyenler; üç, yarış devam ederken ne yarış ne de para kazanmak derdinde olup o yarışı izlemekle yetinenler olmak üzere üçe ayırır. (Her biri, dünden bugüne, ayrıca içi doldurulan/doldurulabilecek olan bu özlü tarif ve sınıflandırma için bkz. Şükrü Argın, Doğu Batı Dergisi, sayı: 96, 2021)
Felsefe, kavramlar üreterek, önermelerde bulunarak, yol göstererek bu kapsamda yoğun bir külliyat ve tartışma zemini oluşturmak suretiyle bunu yapa dursun; (modern) insanın kendisi de, içinde bulunduğu, kuşatıldığı belirleyici koşullar (ekonomik-toplumsal-kültürel) çerçevesinde ve kendi meşrebince hedeflediği amaçlar ve kullandığı araçlar ölçeğinde hayatına bir anlam vermeye çalışır. Mutluluk belki en çok bu nihai amaç ya da amaçlara, ona dayanak teşkil eden araç ya da araçların katkısıyla, hayat içinde ulaşılmasıdır. Bu ne kadar mümkündür, kaç insan bunu -ne oranda- başarır ve asıl ‘hayatın anlamı’ derken bu tanımlamanın sabiteleri ve değişkenleri nelerdir; bu serüven, hedef ve sorumluluk olarak salt bireyin kendisiyle (kendi hayatıyla) mi sınırlıdır, yoksa toplumsal/kolektif karşılığı da olmak mı gerekir? İnsanlık tarihi aynı zamanda bu zeminde seyrederek anlam/eylem kazanan (bunu ‘birey-toplum’ ilişkisi/‘birey-toplum diyalektiği’ olarak tanımlamak mümkün), oldukça karmaşık, bir o kadar da sancılı ve hatta kimileyin trajik bir süreci içkindir.
Tam da bu ilişki biçimi üzerinden hareket ederek konuşacak olursak, ardında bıraktığı yıkıntıların zemin teşkil ettiği koşulların ikliminde boy veren yirmi birinci yüzyılda, -hâkim sistem olarak adını söyleyelim ‘neo-liberalizm’ ortamında-, yoğun siyasal/ekonomik/kültürel gerilimlerle seyreden bu sürecin, giderek çok daha sorunlu bir mahiyet kazandığı aşikâr. O kadar ki, düşünür/kültür kuramcısı Byung-Chul Han’ın, “başarı ve performans”ın neredeyse tek kriter olarak kabul edildiği ve bu yolda insafsız bir rekabetin eşlik ettiği tespitinde bulunduğu bu sürecin en vahim sonuçlarından biri, yine Byung’un ifadesi ile “kendini özgür sanan (bugünün) performans öznesi”nin “aslında bir köle” haline geldiğidir. Şudur: Sistemin ve yerleşik anlayışın sürekli körüklediği, tutunabilmek ve yol almak için ‘daha çok başarı’ ve ‘daha çok performans’ diyerek çıtanın sürekli daha yukarıya çekildiği bu koşullarda, birey bu çarkın dişlisi olduğu oranda (Byung bu hali, performans öznesi olarak bireyin kendini ‘özgür’ sanması nedeniyle -bu yanılsama onu bu halin adeta bir ‘gönüllü’sü haline getirmektedir- ‘mutlak kölelik’ olarak da nitelendirmektedir) o artık bir köledir. Öylesine zalim ve kıyıcı bir süreçtir ki bu, bireyin kendisini de ‘zalim ve kıyıcı’ kılacak kertede -‘başarı ve performans’ çıtası yükseltildikçe ‘daha zalim’ ve ‘daha kıyıcı’ kılacak kertede -, kendine mahkûm etmekte, onu salt kendi çıkarlarını önceleyen bireysel hedeflerine hapsederek, toplumsal ideallerden (paylaşma, dayanışma, ortak çıkarlar vb.) uzak bir hayatın, değer yoksunu, “özgür özne” olma yanılsaması içinde debelenen ‘nesne’si haline dönüştürmektedir.
Aynı süreçte yaşanan bir başka çarpıcı husus, yerleşik neo-liberal sistemde, her an kopmaya hazır yüksek gerilim hattında yaşanıyormuş gibi seyreden yıpratıcı, risk katsayısı çok fazla bu sürecin parçası olan bireyin, kaçınılmaz olarak, güvensizlik, endişe, korku duygularından mustarip hale gelmesidir (Her şey bir anda ters yüz olabilir). Burada ilginç olan ise -hatta trajikomik- bu rahatsızlığı yaşayan bireyin kurtuluş reçetesini, o rahatsızlığın başat nedeni olan ve kendini tek alternatif olarak sunmakta ısrar eden aynı sistem içinde bulmaya -burada sisteme alternatif sunacak, onu dönüştürecek unsurların her düzeydeki yetersizliğini ve bunun yarattığı olumsuz etkiyi göz ardı etmemek gerekmektedir- çalışmasıdır. Görünen tablo şudur: Yaşanan kaotik süreçten parsa toplamaya çalışan kimi uyanıkların rol aldığı, ve de “sen aslansın, kaplansın, içindeki cevheri keşfet, sen ne istersen o olur vb.” diye gaz vererek, bir de üstüne ilave türü bol çokça mistisizm, biraz felsefik aforizma ve yanına psikolojik takviye dozu, başta yoga olmak üzere bedensel disiplini perçinleyecek spor aktiviteleri vb. önermeleri içeren reçetelerin -buna televizyon ekranlarında sular seller gibi konuşarak geleceğimizi okuyan astrologları da ekleyelim-, geniş bir kesimi tutan rahatsızlığın (R.Sennett gibi konuşacak olursak ‘karakter aşınması’nın), üstelik bir çırpıda gerçekleşebilecek, dermanı olarak sunulmakta ve de büyük oranda karşılık bulmakta olduğudur. Dışarda, kendisinin de parçası olduğu vahşi cangılda -dış hayatta- bunalan, her an sahip olduklarını yitirebileceği endişesiyle dağılmış olan birey, yine kendisiyle sınırlı, üstelik ‘on soru on cevap’ kertesine indirgenecek kadar kısa ve kestirme yoldan, ama bu kez dışarıdan (vahşi cangıldan) içeriye kaçıp sığınmak (iç hayata sığınmak) suretiyle, şimdi kurtuluşu, dışarının kavgasından ve gürültüsünden uzak, dingin bir ortamda, kendini yeniden inşa ederek aşmaya çalışmaktadır . Mümkün müdür, bulunan çözüm derde derman olmakta/olacak mıdır ya da ne kadar olmaktadır/olacaktır? Kaçıp gidilen yer kaybolunacak (sistemle uyumlu bir başka köle olma hali değil midir bu) kör kuyu mudur; yoksa yeniden ve daha güçlü başlamanın -sistemi dönüştürecek ve de değiştirecek olan yolun başladığı yer- ara durağı mıdır?
Hayatın anlamından ve amacından, yaşam biçiminin ne’liğinden yola çıkarak vardığımız bu soruların (kendimce) verebilecek yanıt(ları)nı -belki üzerinde düşünmek isteyenler de olabilir diye; bir de “ senden köşe yazarı olmaz, çok uzatıyorsun ve de sıkıyorsun” diyen dostumun uyarısını da dikkate alarak, -hoş galiba ölçü yine kaçtı-, haftaya bırakıyor ve yazıyı, belki doğrudan değil ama dolaylı olarak, bu konuda uyarıcı bir ipucu olduğunu düşündüğüm, Dostoyevski’nin, hayatının kritik bir döneminde, ağabeyine yazdığı mektuptaki kimi satırları aktararak bitirmek istiyorum.
Dostoyevski, hakkında verilmiş hüküm doğrultusunda, kürek mahkûmluğu ve Sibirya sürgün günlerine başlarken ağabeyine yazdığı ilk mektubunda şunları söyler: “Artık her şey kesin şeklini aldı. Dört yıl kürek, ondan sonra da, er olarak dört yıl askerlik yapmak hükmünü giydim. Bugün yarın gidiyoruz. Umutsuzluğa düşmüş değilim kardeşim, cesaretimi hiç kaybetmedim. (….) “Çünkü hayat her yerdedir. (Sadece) Etrafımızdaki dünyada değil, bizim içimizdedir..”
Bundan sonra çok zor geçeceği aşikâr olan bir hayat öncesinde, sırf teselli kaygısıyla yazılmış cümleler olabilir miydi bunlar..?
Belki, ama yaşadığı mahkûmiyet süresince umudunu yitirmeyiş ve hayata tutunuş macerasındaki ısrar okunup öğrenilince akla şu soru da gelmiyor değil:
Bir ömre kaç hayat sığar?