“Ömrünü mutfak ve tuvalet arasına döşenmiş bir boru gibi geçirenler yaşadıkları hayata ne ad verirler?”
Yarabıçak, s.139.
Geçen haftadan başlayarak sorduğumuz ve etrafında konuştuğumuz soru -ya da sorun- hayatın bir anlamının olup olmadığıydı. Kadim Yunan’dan başlayarak bu soru(n)a yanıt arandığını -Pythagoras örneğini vererek- ve bunun ardı sıra devamının geldiğini -ve de halen devam edegeldiğini- söylemiştik. Bıraktığımız yerden sürdürecek olursak, daha somutlaştırmak adına, hayatın kendi başına bir anlamının olmadığını, bunun felsefi bir problematik olmaktan öteye geçerek daha yaygın olarak gündeme gelmesinin onu yaşayanın, ona yükledikleriyle ilintili olduğunu söylemek mümkün. Bu da insanlık tarihinde (uygarlık tarihinde) özellikle bir dönemi işaret etmektedir. Ona gelene kadar zemin hazırlayan ön koşulları da dikkate alarak (o koşullar içinde matbaanın icadı var, Rönesans var..) ifade edecek olursak, bu ‘modern dönem’dir ve belirgin özelliği tarih sahnesine (görece özgür) bir özne olarak bireyin çıkmış olmasıdır. Burada geçmişten farklı olarak mutlak otoriteye -Tanrı/kilise, kral/monark- tabi olma hali (kul/köle olma hali) ortadan kalkmakta, yerine (özgür) seçim yapan ve de kendi kaderine hükmetme potansiyeli taşıyan birey ön almaktadır. 19.yüzyıl başlarında Kant’ın “Aydınlanma nedir?” sorusuna yanıt ararken somutlaştırdığı “Separe Aude” (“Aklını kullanma cesareti göster”) önermesi ise, ‘akıl’ çağının başladığının da ilânıdır; bu da ‘naklî olan’ın (teolojik/monarşik buyruklar) ‘aklî olan’la (sorgulamaya başlayanla) ikame edilmesi demektir.
Ancak şunu da unutmamak gerekir, modern dönem, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olmaya başladığı zamandır. Buradan bakınca, modern/kapitalist dönem, insanlığın/uygarlık tarihinin seyri içinde bir öncekine - feodalizme- göre, daha ileri bir aşamayı ifade ediyor olsa da, yerleşik üretim ilişkileri ve bu ilişkiler üzerinden oluşan toplumsal/sınıfsal ayrışma ve de konumlanış, görece özgür hale gelen ‘modern birey’i, aynı anda yeni sorunlarla -yeni ‘kölelik’ olarak nitelendirilebilecek kertede sorunlara varana kadar- karşı karşıya bırakmıştır. Yani tarihsel gelişim serüveni bu zaman aralığında, hızı giderek artarak baş döndürücü bir seviyeye ulaşan ciddi kazanımlar elde edinilmiş olsa da, insan(lık) için ‘cennet’ hâlâ çok uzaktadır; buraya giden yolda birey/toplum ölçeğinde daha iyi, daha haysiyetli, adil ve mutlu bir yaşam ve de dünya için birey/toplum ölçeğinde, hayatın her alanını kapsayacak -ekonomik/siyasal/toplumsal- farklı enstrümanları içkin, bir mücadele sürecinin yaşanması kaçınılmazdır. Nitekim öyle de olacaktır ve bireyin sınırlı bir ömür olarak yaşadığı hayatının anlamının ne olup ne olmadığı sorusunun yanıtı da bu süreç içinde, şu ya da bu oranda, karşılık bulmaya başlayacaktır.
Modern dönem bağlamında burada dikkat çeken bir başka husus, etkileri ve işlevleri bakımından özellikle son iki yüz yılda yoğunluk kazanan ideolojilerin belirleyici olmasıdır. O kadar ki dönem aynı zamanda ‘İdeolojiler Çağı’ olarak da anılacaktır. İdeolojilerin belirgin özellikleri ise, kendi totaliteleri içinde dünyayı açıklama, sorun çözme ve önermede bulunmalarıyla, bunu yerine getirirken, kesinlik ve de yanılmazlık konusundaki ısrarları, doğruyu kendi inhisarlarına almalarıdır. Etki güçleri de buradan kaynaklanmaktadır. Şundan; kesinlik ve yanılmazlık, belirsizlik ve bunun yaratacağı endişeyi izale etmekte başarılı olduğu kadar, doğrunun ve bilginin kolay elde edilmesini sağlamak ve de güven verici olmak bakımından da tercih sebebidir. Bunların da ideolojilere geniş kesimleri kuşatmak/kucaklamak, kendinde birleştirmek ve harekete geçirebilmek gibi meziyetler kazandırdığı aşikârdır. Ancak hepsi bu kadar değildir, paradoksal biçimde handikap da yine burada açığa çıkmaktadır; kesinlik ve yanılmazlık iddiaları, ideolojilerin kendi dışına taşamamaları, öteki ile sağlıklı diyalog kuramamaları, farklı olanı reddetmeleri sonuçlarını doğurmakta, bu da her bakımdan ‘eksik’ kalmalarına neden olmaktadır. (En özgürlükçü ve de alternatifsiz olduğu iddiasını taşıyan, eskisiyle ve yenisiyle liberalizmin de bugün itibarıyla çuvalladığı yer işte burasıdır) Bu ‘eksiklik’ nedeniyledir ki ‘doğruluk ve yanılmazlık’ iddialarının aksine ideolojiler ‘yanlışlık’ (yanlış bilinç) ve yanılgılarla da maluldür. Burada şunu da ilave etmek gerekir: Yüksek değer ve idealleriyle güçlü bir alternatif olan, sistem/düzen olarak kendini gerçekleştirme imkânı bulan solun da aynı yerde tükenmesi, mutlaklık ve kesinlik taşıdığı, kendi üstüne kapandığı sürece ‘ideoloji hastalığı’nın, derece farkı gösterse de mahiyet farkı gözetmeden bütün ideolojilere şamil olduğudur. Bu gerçeklik ise ideolojiler dünyası içinde -benimsediği ideolojiye göre- şu veya bu oranda yer alan, doğrudan ya da dolaylı olarak ona tabi olan (modern) bireyin de aynı maluliyete maruz kalması/kalabileceği demektir.
Buradan hareketle şunu söylemek mümkün: Kendi meşrebine göre bir ideoloji içinde yer ve huzur bulan bireyin yaşam biçimi, doğrudan ya da dolaylı, büyük ölçüde ait olduğu ideoloji -onun politik kültürel iklimi- tarafından belirlenmektedir. Burada öne çıkan karakteristik, ideolojinin, onun aşkın, her şeyi kuşatan ve açıklayan mutlak mahiyetiyle uyumlu, kolay yoldan çözüm üreten, normatif kapsamdan yoksun, pratik ve yarar sağlayıcı araçsal aklın öne çıkmış olmasıdır. Bu durum, ideolojinin onu mutlak kılan aşkın hüviyetinin sonucudur ve bunun da en temel nedeni, ona esneklik ve genişlik sağlayacak ‘düşünce’den, onun eleştirel/yaratıcı ediminden ve de dinamiğinden yoksunluğudur. Böyle olunca da buradan türeyen, büyük oranda sınırları burada belirlenen, kendine dönük somut talepleri ve pratik çözümleri içkin bir yaşam biçimidir ki, 20.yüzyıl sonunda yaşanan büyük altüst oluşlara varana kadar hâkim tablo genel olarak budur. (Şüphesiz ki, burada pürüzsüz bir homojenite iddiası söz konusu olamaz. Olamaz, çünkü yaşamın sorunlar çözdüğü kadar sorunlar üreten akışkan dinamiği -ideolojilerin mutlaklığı ya da mutlak ideolojiler hilafına- bu saflığa izin vermek bir yana, bu özelliği nedeniyle ‘durumsal’ ya da ‘varoluşsal’ sıkıntılara yol açmakta, bu da bireyin kendiyle baş başa kaldığı ve yaşamakta olduğu hayatı, şu ya da bu ölçüde, sorguladığı ve de kendince çözümler üretmeye çalıştığı anlar/dönemlerin her zaman vuku bulduğu gerçeğini açığa çıkarmaktadır. Nitekim 19.yüzyıl romancısı Dostoyevski’nin zora düştüğü mahkûmiyet günlerinde, bu kıskaçtan çıkabilmek adına kardeşine yazdığı mektupta yer alan “…Çünkü hayat her yerdedir. (Sadece) Etrafımızdaki dünyada değil, bizim içimizdedir.” ifadesi, varoluşsal ölçekte böylesi bir iç hesaplaşmanın ve seçenek arayışının/buluşunun göstergesidir.
20.yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan gelişmelerin bir sonucu da ‘modern ideolojiler’in etki güçlerini yitirmeleri, mutlaklık iddialarının geçersizliğinin kanıtlanması, bunun bizatihî ideolojilerin/müntesiplerinin kendileri tarafından itirafıdır. (Açıklık getirmek bakımından söylemeliyim, geçersizliği açığa çıkan, hükmü sona eren, mutlaklık iddiasında olan, düşünceye kapı kapatan ‘ideoloji’dir; işaret edilmek istenen ideoloji’nin sonu değil, tanımının ve kapsamının değişmesi/dönüşmesi, düşünceye kapı aralamasının zarurettir) Nitekim, yaşanan büyük altüstler sonucunda her ideolojinin ‘neo’ ön ekini kullanarak kendini yeniden isimlendirmesi (neo-muhafazakârlık, neo-liberalizm, neo-marksizim), bir bakıma bunun ikrarıdır. Bu durumun hayatın her alanında
-siyasal/toplumsal/kültürel- karşılığı olacağı, özne olarak bireyin bundan nasibini alacağı aşikârdır. Şudur: Bu dinamik sürecin temel karakteristiği, evet hayatın her alanında, aşkın (mutlak, tekçi) olanın hegemonyasının, içkin (değişken, çoklu) olanla yer değiştirmesidir ve de çok şeyde olacağı gibi, bu yazının temel konusu olan bireyin yaşam biçiminin, gerek bireysel ağırlıklı, içe dönük ( iç yaşam) ve de gerekse toplumsal karşılığı olan dışa dönük (dış yaşam) mahiyetinde şu veya bu oranda karşılığı olacaktır. Özne birey ölçeğinde buradaki müktesebata anlam verecek olan ise sürecin, ideolojilerin mutlaklığını aşan, yaratıcı düşünceden beslenen, çok bileşenli, normatif değerleri içkin, süreklilik arz eden, niteliksel bir ‘oluş’, bir inşa serüveni olarak yaşanmasıdır. Hayatın her alanında gerçekleşecek böylesi bir serüven -“çünkü hayat her yerdedir”- aynı zamanda, daha iyi bir gelecek ve daha adil bir dünya oluşması adına yeni bir sosyoloji/ toplumsallaşma da demektir.
Birey/toplum ölçeğinde yok olma sancılarının yoğun olarak yaşandığı yerde ise bu, bir ömre birden çok hayatı sığdırmayı gerektirecek kertede, çok daha fazla önem arz etmektedir.