Birkaç ay geriye götüreceğim sizi... Tam da ilk korona vakasının öncesine...
250 yabancı uyruklu işçi Kermiya’dan Lefkoşa Polis Genel Müdürlüğüne yürümüş; dört aydır ödenemediklerini, insanlık dışı koşullarda yaşadıklarını söylemiş, polise ifade vermişti.
* * *
Çalışma izinleri yoktu.
İşçiler “açız” diyorlardı, “paramız yok.”
İşveren bu iddiaları kabul etmiyordu.
* * *
Çalışma Bakanı, tam da o gün, bu meseleye yönelik 6 müfettiş görevlendirdiklerini açıkladı, işçilerin “çalışma izni” olmadığını doğruladı.
İşveren “af kapsamı”na sığındı.
* * *
Ve biz şantiyeye gittik, işçilerin yaşadıkları koşulları görüntüledik, ortada tam bir insanlık dramı vardı, yayınladık.
Çünkü bizim gazetecilik geleneğimiz emeğin, ezilenin, insan haklarının ve mağdurun yanında durmaktı.
O işçilerin gözlerinde kaybolduk.
O fotoğraflara bakarken utandık.
* * *
Sonra ne oldu?
Belediye şantiyeyi mühürledi.
Yargıç Temay Sağer, Omağ Development Ltd. ve direktörleri aleyhine “izinsiz işçi çalıştırmak, maaş ödememek ve işçilerin pasaportuna el koymak”tan soruşturma emri verdi.
Barolar Birliği işçileri savunmak için bir komite kurdu, komitede görevli avukat Öncel Polili ve Sevilay Yıldırımer, “ortada ciddi bir insan ticareti olduğunu” söyledi.
İşçilerin baskı ve tehdit gördüğünü anlattı avukat; işçilerin kaldıkları lojmana gittiklerinde tümünün korku ve tedirginlik içinde olduğunu, birçoğunun ise ağladığını söyledi.
Bunlar mahkemede konuşuldu, izledik, yazdık.
* * *
Birkaç gün sonra Çalışma Bakanı, “195 ifade inceleniyor, 40-45’inin alacağı olmadığı tespit edildi. Ancak diğer mağdur işçilerin geriye dönük sigorta primleri ve çalışma izinleri, maaş ödemeleri yapılacak.” dedi.
Bakan söyledi, yazdık.
Kıbrıslı Türk İnsan Hakları Vakfı meseleyle ilgilendi, yazdık.
Yeniden şantiyeye, lojmana gittik, gördük, görüntüledik, konuştuk, yazdık.
Ödemeleri sorduk, yazdık.
* * *
Umarım tüm bu kolektif isyan, bu işçilerin, en azından ödenmesine vesile oldu.
* * *
Derken...
Covid-19 hayatımıza girdi, hayat durdu, hükümet ekonomik destek paketi açıkladı, bu destek içinde etnik ve sınıfsal ayrımcılık vardı.
Yabancı işçilere katkı yoktu.
İsyan ettik, yazdık.
* * *
Geçen hafta yine bu şantiyeye gittik, birkaç duyarlı arkadaş evlerinde yemek pişirmiş, meyve sepeti hazırlamıştık, işçilere götürdük.
Yine gündeme getirmek istedik, bu ülkedeki binlerce işçinin dramını...
İşçilerle sohbet ettik, izinleriyle fotoğraf aldık, ülkedeki yabancı işçiler ve özele yönelik maaş desteği ihtiyacını manşete taşıdık.
İşveren aradı, kendi şantiyelerinden fotoğraf kullanmamıza öfkelendi, hesap sordu, ‘hep’ yalan yazdığımızı söyledi.
“Ödedim” dedi, “ıslak imza” dedi, “bizimle uğraşmayınız” dedi, “avukat” dedi, “rencide olduk” dedi...
* * *
“Orada yaşar mısınız” dedim, “çocuklarınızın o ortamda yaşamasını ister miydiniz?”
* * *
Bu işverenler bilmediğim, tanımadığım insanlar...
“Derdimiz ne” sordular, anlattım, anlamadılar.
Ve bir bildiri yayımladılar. -ki mail adresimi vererek bana açıklama göndermelerini kendim istemiştim, oysa açıklama kamuoyuna yapıldı, ayrıca sosyal medyada sponsorlu yayımlandı...-
Biz “yalancıydık.”
Onlar “doğrucu.”
* * *
“Yenidüzen’in yöneticisiyle sohbet ettim” dedi, madde madde de yazdı.
Dedim ya biz “yalancı”, kendileri “pirüpak.”
Öyle de sorumun yanıtını, o bildiride görmedim, hani demiştim, “Onlar da bir ananın babanın çocukları...”
* * *
“Ne olur bizi dava et” demiştim, çünkü bu ülke, bu insanlık dramı, bu sömürü düzeni yargılamayı hak ediyor...
Bu yaşananların deşifre olmaya ihtiyacı var, mutlaka...
* * *
Goethe’nin bir lafını çok tutarım...
“İnsanların kötü olduğunu görmek beni şaşırtmıyor ama bu yüzden hiç utanmadıklarını görünce hayretler içinde kalıyorum.”
* * *
Şimdi o “dava”yı bekliyorum.
Çünkü o işçilerin bakışlarındaki hüznü unutamıyorum.
Gözleri yüzlerine sığmıyor.