Yaşadığımız her gün bir diğerinin tekrarı gibi. Hatta zaman zaman aynı güne uyandığımızı düşünüyoruz. Benzer sorunlar, benzer koşuşturmalar birbiri ardına sıralanıyor. Tabi ki arada yoğun duygular yaşıyoruz. Sevinç, hüzün, kaygı, heyecan, tükenmişlik, haset, arzu… En acısı da yas. Birçoğumuz uzun zamandır bitmek bilmeyen bir yas sürecinin içine hapsolduk. Sevdiklerimizin kaybı, yeniden bir araya gelemeyecek olmanın hissettirdiği çaresizlik, belki de tek gerçeklik. Ama bunun dışında korkunç bir rutine saplanmış durumdayız.
Son zamanlarda, “bir hafta ne kadar da çabuk geçti/ yeni yılın başlaması daha dün gibi” cümlelerini çok fazla duymaya başladım. Bunun nedenlerinden biri de pandemi sürecinde ve sonrasında hayatlarımızın ciddi şekilde değişmiş olması. Maddi sorunlar bir yana, sosyal anlamda da insani alışkanlıklarımız dönüşüme uğradı. Bu doğrultuda, hali hazırda azalmış olan toplumsal dayanışmayı ve birlikte hareket edebilme yetimizi iyice yitirmeye başladık.
Üzerimize yapışan boşvermişliği, salgın hastalık neticesinde bir süre kapatılmış olmamıza bağlayacak değilim. Aslını isterseniz, o dönemden sonra dozajını gittikçe arttıran sosyal ve ekonomik kriz karşısındaki toplumsal hareketsizliğe dikkat çekmek istiyorum. Ama bir gerçeği de bilerek tespitte bulunmak gerekiyor. Bu süreçte uygulanan ekonomi politikaları sebebiyle yoğun şekilde yoksullaştık ve sağ popülist politika tırmanışa geçti. Dünyada da ülkemizde de, güldürürken rezil ve yok eden kişilerce yönetiliyoruz. Yine de dünyanın pek çok noktasında toplumları güçlendirici adımların atıldığını da görüyoruz. Yani kriz dönemlerindeki siyasi iradenin, sorunları çözme konusundaki yöntemi yani bir nevi politik çözümlemesi, hayati öneme sahip. Bizde ise tam manasıyla bir keşmekeş hakim.
Özellikle son 3 buçuk 4 yıla yakın süredir yaşadıklarımız, yakın geçmişte maruz bırakıldığımız sorunların katbekat üzerinde bir etkiye sahip. “Çürük elmaları temizleyeceğiz” cümlesini, işaret ettiğim süre zarfında ülkenin yönetiminde yer alanlar rahatlıkla sarf edebiliyorsa, toplum olarak dönüp aynaya bakmalı, üzerimize sinen ölü toprağını sorgulamalıyız. Jet krizinden tutun, ihale yolsuzluklarına, yandaş istihdamlarına, keyfi vatandaşlık dağıtımı ve pazarlıklarına, akrabalara t izinleri ve kiralık arabalar üzerinden geçilen kıyaklara, devlet kurumlarının hemen hemen hepsinin zarara uğratılmasına, gelir uçurumunun özel sektör aleyhine uçsuz bucaksız derinleşmesine, her geçen gün üretimden koparılarak yok olmaya mahkûm edilmemize ve son olarak yine aynı zihniyetin temsilcilerine yönelik yürütülen diploma soruşturmalarına kadar. Bu liste o kadar uzun ve dolu ki, inanın şu anda aklıma gelmeyen pek çok konu da bu sıraya girebilir.
Yazının başında değinmeye çalıştığım husus, aslında bu kısır döngünün bir yansıması. Hepimiz kendimizi kafese kapatılmış ve bir tekerleği çevirip ilerlediğini zanneden ama aynı yerde tekrar eden deney fareleri gibi hissediyoruz. Zaman zaman yaşananlar ağır geliyor, durduruyoruz tekerleği, bir iki çığlık atıyoruz ama sonraki gün tüm hızla devam ediyoruz sistemin damalarına kan taşımaya. Bu böyle sürüp gidiyor, sistem tıkırında işliyor, biz de anca birbirimizin duyacağı şekilde şikâyet ediyoruz. İçimiz rahatlıyor, yükümüzü boşaltıyoruz, daha doğrusu boşalttığımız yanılgısına kapılıp karanlığa doğru sürükleniyoruz.
George Orwel’in “Dali’den Karakurbağasına Bazı Düşünceler” isimli kitabındaki, 1944 yılında kaleme aldığı “Ruhban Sınıfının Ayrıcalığı: Salvador Dali Üzerine Bazı Notlar” başlıklı yazısını okurken, aklım memlekete takıldı. Yazının genelinde, bugünden bakınca eleştirilecek pek çok yön bulunabilir. Orwel’la hemfikir olduğum şu cümleleri sizinle paylaşmak istedim:
“Bir duvardan talep edeceğimiz ilk şey, dik durmasıdır. Dik duruyorsa iyi bir duvardır ve hangi amaca hizmet ettiği bundan ayrı değerlendirilebilir. Fakat bir toplama kampını çevreliyorsa, en iyi duvar bile yıkılmayı hak eder.”
Yazılarımı okuyanlar bilir. Hiçbir zaman umutsuzluğu övmez, aksine en zor dönemde bile ışığı yakacak cesaret ve iradeye sahip olmamız gerektiğini söylerim. Yine karamsar değilim. Lakin bu denli kokuşmuş bir dönemde, örgütlü mücadelenin yeri göğü inletme yetisindeki aşınmayı da yüreğim kaldırmıyor. Kendimi bu tablonun dışında tutmuyorum. Yanlış anlaşılmasın, kimseyi de yermiyorum. Sadece birlikte düşünmek ve harekete geçmek istiyorum. Bunca örgütlü kötülüğe, bugün - şimdi gerektiği gibi, politik argümanlarımız ve stratejik yol haritamızla karşı gelmiyorsak, ne zaman geleceğiz veya ilerleyen zamanlarda gelebilecek miyiz, bilmiyorum.
Diyelim ki BM zemini dışında – ki mümkün değil- KKTC’nin uluslararası manada tanınabileceğine samimi şekilde inanıyor ve bunu zemin alan siyasileri destekliyorsunuz. Peki, sizce şu anki zihniyet, bu idealinizi yerine getirmek için ne yapıyor? Aslında tam tersine memleketi tarumar ederek Kıbrıslı Türklerin bu topraklardaki varlığını yokluğa çeviriyor, yoksulluğu kalıcılaştırıyor, sadece kendini zenginleştiriyor. Bunu yaparken de senin milli ve dini duygularını sömürüyor, araç haline getiriyor inancını ve siyasi angajmanını. Yani Orwel’in de dediği gibi, desteklediğin dik duran bir duvar değil, hepimizin içine hapsedildiği ve sömürüldüğü, bir nevi göç yollarına sevk edildiği bir sistem. Bunun en başında da manipülatif şekilde “çürük elmaları temizleyeceğini” iddia eden çürük elmalar oturuyor. O yüzden yıkmak lazım. İnsanca yaşamak için gereken koşulları yeniden kurmak hedefiyle, kurulu düzenden vazgeçme cesaretini gösterebilmek lazım.