ÇÜRÜME

Tamer Öncül

Cumartesi Sümer’in sergisinin yapılacağı binayı arayarak giriyoruz “Arasta Sokak”a…

Sokağın ilk 10 metresinden sonra, ağır bir “terk edilmişlik” kokusu doluyor ciğerlerimize; az ileride

camları kırılmış, çerçeveleri çürümüş, sıvaları dökük; örümcek ağlarıyla perdelenmiş duvarlarıyla metruk bir bina karşılıyor bizi..

“Galoş giyiniz, lütfen” diyor kapıdaki genç kız. Karton bir kutuda kullanılmış galoşlar.

Çoktan terk edilmiş binanın “çürüyen” zeminine beyaz kireç boyasıyla “temiz bir yürüyüş yolu” yapmış Sümer. Diğer yerler pislik içinde; çürüyen bir fare leşi, çürümeye dirençli cam ve plastik şişelerle yan yana… Onca pisliğin ortasında (çürümeyi, kokuşmayı engelleyen) kireç yoldan yürüyoruz resimlere doğru…

Bu “Beyaz yol”, çevremizdeki pisliğe aldırmayıp (hatta ona katkı yaparak); kendimize “temiz/lüks hayatlar” yarattığımız yanılgısına bir gönderme aynı zamanda. Ve galoşlar, yarattığımız pislik bize bulaşmasın diye!..

Çürümeden, kokuşmuşluktan kaçanların (daha iyiye/güzele umuduyla düştüğü) göç yolları da olabilir (pisliğin) üstü örtülmüş bu yol!

74’den beri “göç yollarında” olan Erek, 1974-78 yılları arasında yapıp; geride bıraktığı (çoktan çürümüş) bu resimleri onarmak yerine olduğu gibi sergilemeyi yeğlemiş. Zorunlu olarak terk ettiği bu eserleri, yine “terk edilmiş” bir mekanda sergilemesi oldukça anlamlıydı.

Erek’in, "Her zorunlu terk edişte, ayrılışta tamamlanmamış bir hikaye vardır. Yarım kalmış bir söz, bitirilmemiş bir resim vardır. Yeni coğrafyalarda bu bitmemişlik belleğin yardımıyla ama yeni yerlerin 'hamuru’yla yoğrulur. Geri dönüşlerde, bırakılan parçalar yeniden bir araya getirilip, yeni bir anlam ve bütün oluşturulmaya çalışılır. Terkeden de, geride kalan da değişmiştir artık. "

Sümer’in sergisinin etkisi henüz tazeyken , giderek yükselen Savaş Tamtamlarının uğultusu da doldu kulaklarıma…

Günlerdir beynimde bir zonklama…

***

Ah(Ak)deniz….

Mitolojilerin, , medeniyetlerin, dinlerin Beşiği…

Köpüklerinden aşkı doğuran Mare Nostrum (Bizim Deniz)…

Çoktandır  ne aşkla, ne efsanelerle anılır oldu adın…

Çevreni saran Barbarlık ve dinsel fanatizm GÖÇ ve ÖLÜM denizine çevirdi seni.

Maviden turkuaza çümbüş yapan renklerin, morardıkça morarıyor…

Hidrokarbon yataklarında biriktirdiğin zenginlik, tecavüzcülerin yatağı oldu şimdi…

Devasa matkaplarla /borularla oyuldu derinliklerin…

Ateşin çıkıyor, hastasın ve yaralı…

Çok savaşlar görmüştün, tahta kadırgaların yelkenlerini yırtan kılıçlar bu denli yaralamazdı seni.

Korsanların yağmaladığı gemilerden, olsa olsa zeytin yağı ya da şarap dökülürdü sularına…

Kayalıklarına çocuk cesetleri değil, amforalar vururdu çok çok…

Haydutluğa gelen, çabuk giderdi; silik izler bırakarak ardından…

Zenginliğini tüketemezdi arsız tüccarlar bile… Ne baharat, ne din tacirleri bu denli yaralamamıştı seni.

Çok ender hırçınlaşan sularında mültecilerin değil; ekmek peşinde koşan balıkçıların tekneleri çırpınırdı…

Sert tuzların eridi, seyreldi; yıllardır akan gözyaşlarından; o gözyaşlarını akıtan insanlar, acılarına acı katıp; despot canavarlar beslemeye devam etti yine de…

Yarattıkları tanrılara yalnızca kendi çocuklarını değil; seninkileri de kurban ettiler…

Ah(Ak)deniz….

Ne depremler kırabildi belini, ne yanardağlar yükseltebildi ateşini…

Bunu biz becerdik !..

Ateşin düşsün diye soğuk avlular koyacağımıza; kara naylonlar bastık anlına, sen yine çıkarmadın sesini; “bir gün insanlıklarını hatırlayacaklar” diye boşuna bekledin…

Senden çaldığımız zenginlikleri çirkin plastiklere çevirip; yine sana attık…

İçimizdeki kötülük / pislik büyüdükçe, daha çok kirlendin; yine de küsmedin bize…

Sen bizi bağrına bastın; biz seni becerdik!..

(20-08-2016 tarihli, AHDENİZ başlıklı yazımdan…)


Not: Bu fotoğraf sergiden değil!