Hukuk sistemlerinin modern, hak ve özgürlüklere duyarlı bir yapıda olup olmadığını belirleyen önemli faktörlerden biri ceza yasalarıdır. Çünkü insanların hapsedilmesinde, herhangi bir müeyyideye tabi tutulmasında ve haklarını ihlâl edenlere karşı korunmasında, devletin elinde bulunan en önemli yetkiyi sağlarlar. Tabi ki her zaman bu kadar masum değildir. Özellikle diktatör yönetimlerin elinde, yasaların ne denli tehlikeli noktalara varabildiği malumunuzdur. Düşünce ve ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, basın ve yayın hürriyeti gibi hususlar, kimi iktidarların muhalefeti susturmak için kullandığı araçlara dönüşür. Bu yüzden yürürlükte var olan yasaların her daim doğru ve adaleti gerçekleştirmek için uygun olduğunu söylemek mümkün değildir. Yasaların, uygulanacakları toplumlar gibi yaşayan ve hakların iyileştirilmesi yönünde zamanla değiştirilmesi gereken düzenlemeler olduğu, akıldan çıkarılmamalıdır.
Fasıl 154 Ceza Yasasına, İngiliz Sömürge Döneminden itibaren çok uzun yıllar dokunulmadı. İçerisinde pek çok insan hakkı ihlâli barındıran maddeler, uygulanmasa bile tehdit olarak varlıklarını korudular. Zaman içinde ufak tadilatlar yapılsa da, esas olarak 2014 yılında önemli bir ilerleme katedildi. Anayasamızda da belirtilen insan haklarına duyarlı bir yönetim anlayışına sahip kimi vekiller (Doğuş Derya, Sıla Usar İncirli ve Fazilet Özdenefe) bunun yeterli olmadığını düşünerek; insan ticaretinin suç sayılması, gebeliğin sonlandırılmasının gözden geçirilmesi, intihara teşebbüsün suç olmaktan çıkarılması gibi hususların yeniden gündeme getirilmesi gerektiğini düşünüp bir öneri hazırladılar. Geçtiğimiz hafta Hukuk ve Siyasi İşler Komitesi’nde görüşülmeye başlanan öneri, kamuoyuna yansımasıyla birlikte çeşitli tartışmalara zemin hazırladı.
Öncelikle şunu söylemek isterim ki, bu öneri içerisinde birden fazla madde olmasına rağmen, her ne hikmetse kürtaj düzenlemesi üzerine yürütülecek bir süreç inşa ediliyor. Oysa ki dünyadaki en önemli insan hakkı ihlâlleri arasında sayılan ve “modern kölelik” olarak tanımlanan insan ticaretinin suç kapsamına alınması, bizim açımızdan es geçilmemesi gereken bir ilerlemedir. Hatta bugüne kadar ceza öngörülen bir suç olarak düzenlenmemesinden dolayı utanç duymalıyız. Durum bu iken, at gözlükleri çıkarılmalıdır. Hukukun daha çağdaş bir noktaya varmasını istiyorsak, bugüne kadar yürüdüğümüz yolu daha da zenginleştirmeli, muhafazakâr bakışa hapsolmamalıyız.
Önerinin Genel Kurul’a gönderilmesiyle, konu daha geniş kesimlerin gündemine gelecektir. O yüzden ayrıntıya girerek şu anda sizi boğmak istemem. En azından şunu söyleyebilirim ki, gebeliğin yasal bir şekilden sonlandırılması için şu anki durum ne yeterlidir ne de yaşadığımız dönemin koşullarına uygundur. Yeni düzenleme ile birlikte kadınların hamilelik süreci boyunca yaşadıkları ruhsal durum değişiklikleri dikkate alınacak, sadece fiziksel sorunlar değil psikolojik durum da değerlendirilecektir. Belki de hafta tartışmasına sıkışmaktansa (ki şu anda 10 hafta iken, öneride 14 hafta öngörülüyor. Dünyadaki örneklere bakıldığında bu sürenin çok daha fazla üstüne çıkan yasalara da rastlamak mümkün), çok daha hassas bir konuya odaklanmak gerekir. Çünkü öneri, hamile bir kadının yaşadığı tüm süreçlerin dikkate alınmasına ve kendi bedeni üzerinde söz sahibi olma özgürlüğüne kavuşmasına imkân tanımaktadır.
Tabi ki kürtajın bir doğum kontrol yöntemi olmadığını, bunun öncesinde atılması gereken adımların da konuşulması gerektiğini biliyorum. Maalesef devlet o kadar iki yüzlü ki gebeliği sonlandırmayı dikenli bir alan olarak görürken, bireylerin sağlıklı bir cinsel eğitim almasına ve hamileliği önleyici koruma yöntemlerinin ücretsiz ve erişilebilir sağlanmasına dair hiçbir adım atmamaktadır. Hatta uzun bir süredir, yasal sınır içerisinde dahi olsa devlet hastanelerinde kürtaj işlemi yapılmamaktadır. Hâl böyle olunca, özellikle dar gelirli kadınlar bu haktan yararlanamamakta, istenmeyen çocuklar dünyaya gelmektedir. Özel hastanelerdeki uygulamalıları öğrendiğiniz zaman ise, aslında farklı farklı yasal düzenlemeler olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Kısacası paranın yarattığı paralel bir “yasal sistem” mevcut!
Tüm bu fikirler arasında en çok göze çarpanlardan biri de ilerde doğması muhtemel fetüsün yaşam hakkı. Simone de Beauvoir’ın şu cümlesi aslında durumu özetler niteliktedir: “Anne karnındaki yumurta ile ilgilenen toplum, doğan çocukların yüzüne bile bakmaz”. Yıllar önce dile gelen bu söz, içinde yaşadığımız çağı da betimlemeye uygun. Çocuk istismarı ve ölümleri, sağlık ve eğitim hakkından mahrumiyet, çocuk işçiliği, suça itilen çocuklar, mülteci çocuklar ve daha sayılabilecek nice sorun artarak devam ederken kılı kıpırdamayan iktidar sahipleri, hak ve özgürlükleri gözeten kürtaj uygulamaları ortaya atıldığında adeta bir kaplana dönüşüyor. Hepsini geçtim, istenmeyen bir gebeliğin devam ettirilmesi ve sonucunda bir bebeğin dünyaya gelmesi neticesinde mutlu ve sevgi dolu bir nesil yetişebilecek mi? Bence hayır. Bunca kötülüğün yaşanmasındaki bir nedenin de sevgisizlik olduğuna inanan biri olarak, henüz dünyaya gelmemiş ve aslında hukuken de hak öznesi durumunda olmayanların yerine, nefes alan çocukların iyiliği için birlikte adım atılmalı. Hakları yok sayan ezber gözlüklerini çıkarmanın vakti geldi.
Eğer gerçekten dünyalı olmak istiyorsak, mevzuatımızdaki örümcek ağlarını temizlemekle işe başlayabiliriz. Her ne ideolojik duruşa sahip olursanız olun, bu ülkede yaşıyorsanız, bir gün gelecek ve hukuk sizin için de işletilecektir. Bu sebeple tüm alanlara sinmiş çirkinlik ve çürüklüğü yok etmek için hukuka dört elle sarılmalı ve onun uygulayacağı araçları (yasaları) insan hakları prensiplerine uygun hâle getirmeliyiz. Aksi takdirde mahkemelerin adalete uygun karar verebilmesi mümkün olmayacak ve biz uzaktan küfretmeye devam edeceğiz.