UNUTMADIK... UNUTTURMAYACAĞIZ...
Mehmet Raif, CYTA’da çalışırken işinden çıktığı akşam “kayıp” edilmiş... 22 Aralık 1963’ten beridir ondan hiçbir haber yok...
Defalarca yazdık öyküsünü... Evlatlarıyla röportajlar yaptık... Resimlerini yayımladık... O “kayıp” edileli neredeyse 60 sene oluyor, hala bir haber yok...
Bu güzel resim, ondan bize bir hatıra...
Oğlu Raif Toluk, bu resimle ilgili olarak “Solda annem, babam, Zehra, Tözüm, Arif ve Talay... Daha ben ve Şükrü doğmamıştık... 31 Temmuz 1949, çocukların sünnet töreni nedeniyle çekilmiş” diye yazıyor...
Unutmadık, unutturmayacağız...
Onun gömü yerini aramaya devam edeceğiz...
Mehmet Raif eşi ve evlatlarıyla...
GEÇMİŞLE YÜZLEŞME... PORTRELER...
Kenan Pars: “Birbirimizi sevmeliyiz, başka seçenek yok...”
“Bakırköy'de çok ünlü bir Milli Piyango satıcısı vardı.
Nimet Abla'dan sonra Türkiye'nin en ünlü bayisiydi.
Özellikle kötü ve sert karakterleri canlandırdığı yüzlerce filmde rol alan Kenan Pars...
1920'de doğan Kenan Pars'ın gerçek adı Kirkor Cezveciyan'dı.
II. Dünya Savaşı sarasında 34 aylık askerlik görevini tamamladıktan sonra bir süre ticaret yapan Kenan Pars, çocukluk arkadaşı senarist - oyuncu Sırrı Gültekin'in aracılığıyla 1953 yapımı Lütfü Ömer Akad'ın yönettiği 'Öldüren Şehir' adlı filminde rol aldı.
1961'de 'Oğlum' ile yönetmenliğe de başlayan Kenan Pars, aynı yıl 'Duvarların Ötesi' adlı tiyatro oyununu da yönetti.
1970'li yıllara kadar birçok filmde rol alan Kenan Pars, 'Seks Furyası'nın başlamasıyla sinemaya ara vererek açtığı ayakkabıcı dükkanıyla yeniden ticarete başladı. Zaman zaman oyunculuğa dönen Kenan Pars, 2006'da 'Çevre Kısa Film Festivali'nde 'Sinema Onur Ödülü'ne layık görüldü.
Uzun yıllar, Bakırköy İstanbul Caddesi üzerindeki ve günümüzde torunları tarafından işletilen 'Kenan Pars Büfesi'nde bilet bayiliği yapan Kenan Pars, 10 Mart 2008'de akciğer kanseri nedeniyle 88 yaşında hayatını kaybetti.
Pars, bir röportajında şunları söylemişti;
"Müslüman da ölebilirim. Mezarımdaki tabelada bundan sonra ha Müslüman, ha Hıristiyan yazsın, benim için hiçbir şey fark etmez. Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Üsküdar'da doğdum.
Ailem, 500 yıllık Türkiyeli, ben 83 yıllık Bakırköylüyüm.
Benim için Türk, Ermeni, Arnavut yok. Benim için Türkiye var. Sonuçta bu coğrafyanın çocuğuyum.
Niye birbirimize ters bakalım ?
Arnavut'u, Laz'ı, Türk'ü, Ermeni'si, Kürt'ü, Çerkez'i karışmışız. Aynı toprağa ayak basıyoruz, aynı bayrağın altındayız, başka seçenek yok, birbirimizi sevmeliyiz."
(YÜZLEŞME ATÖLYESİ - Yervant Şalvarcıoğlu – 22.7.2022)
Vahi Öz’ün son sözleri: “Çok şükür, kimseye borcum yok...”
“VAHİ ÖZ... 1911-1969....İstanbul'da doktor bir babanın oğlu olarak Vahe Özanyan adıyla dünyaya gelen Vahi Öz, Türkiye Ermenilerindendir. Samsun Lisesi'nde okudu. 1928'de Samsun Gençlik Mahfeli'nde sahneye çıktı, oyunculuğa Halkevi piyeslerinde başladı. İstanbul Şehir Tiyatrosu'na girerek profesyonel olarak oyunculuğa atıldı. 1938-1945 yıllarında Ankara Radyosu temsil kolunda görev yaptı. 1946'da Ses Tiyatrosu’na girdi ve oyuncu koçluğu yaptı. 1947’de ilk filmi olan Bir Dağ Masalı filminde oynadı. Sinemada yükselişi sürerken Adile Naşit ve Aziz Basmacı ile Naşit Tiyatrosu'nu kurdu.
1960’larda Horoz Nuri tiplemesiyle ün kazandı. Komedi filmlerinde Mualla Sürer ile beraber iyi bir ikili oluşturdular. 1964 yılında Serengil Plak için bir 45'lik yaptı. 45'liğin arka yüzü olan B yüzünde Öztürk Serengil'le birlikte söyledikleri "Bekarlıktan Kurtulduk" adlı parçası yer alıyordu. Oyunculuğun yanı sıra yönetmenlik de yapmıştır. 1968'de kendi adına bir de tiyatro topluluğu kurmuştur.
Prostat kanserine yakalanarak hayata veda etmiştir. Hastanedeyken eşinin aktarımına göre son sözleri ''Çok şükür kimseye borcum yok'' olmuştur. Kabri Feriköy Mezarlığı'ndadır. Beş defa evlenen Öz'ün son eşi kendisi gibi oyuncu Jale Öz'dür. Jale Öz eşinin vefatından sonra sanatçının tiyatro amblemli kol düğmeleri ile tiyatroda kullandığı makyaj takımını Nejat Uygur'a hediye etmiştir.”
(YÜZLEŞME ATÖLYESİ – Galvino – 20.7.2022)
GEÇMİŞLE YÜZLEŞME VE BİR KİTAP...
“Nubar Terziyan 6-7 Eylül’ü anlatıyor...”
“...Yavuz Turgul’un bir filminde resmettiği gibi, cemaatin azlığının rahmetliye saygısızlık olacağını düşünerek, Müslümanlar’la birlikte cenaze namazında saf tutacak türden bir insan olan Nubar Terziyan 6-7 Eylül 1955 gecesi neler yaşamış neler…
Bu ülkenin Yeşilçam olarak adlandırılan sinema diline ilgisi malum. Fakat Yeşilçam’ı Yeşilçam yapan, ona o naifliği ve sıcaklığı kazandıran oyuncular, aynı ilgiye mazhar olamıyorlar. Bir nesli masallarıyla büyüten Adile Naşit’in oğlunun neden öldüğünü ve Adile Naşit’in neler yaşadığını bilmiyoruz, örneğin. Veya sigaradan sararmış bıyıklarıyla mütemadiyen komedi filmlerinin ‘paragöz’ kötü adamını oynayan İhsan Yüce’ye müthiş şiirler yazdıran o büyük aşktan bihaberiz veya ‘çirkin dev’ Yadigar Ejder’in neden yokluk içinde bir parkın bankında öldüğünden haberimiz bile yok. Ama neyse ki, Sezercik’in Ayşecik’le baktıkları bebek için çaldığı sütü dökmeyen ve onlar için bizle birlikte gözyaşı döken Nubar Terziyan’ın bilinmezliğini yıkan ve meraklarımıza deva olan hatıraları var.
Yavuz Turgul’un bir filminde resmettiği gibi, cemaatin azlığının rahmetliye saygısızlık olacağını düşünerek, Müslümanlarla cenaze namazında saf tutacak kadar güzel bir insan olan Terziyan’ın, 1985’te Jamanak gazetesine yazdığı anılarından oluşan ve 1995’te hemen ölümünün ardından İletişim Yayınları tarafından basılan “Ne İdim, Ne Oldum” kitabı, bu kuraklıkta az görülen bir vaha adeta. Bu sefer ‘klasik’ cümleyi tersten kuralım: Terziyan, muzır, çok şakacı, girişken, konuşkan ve çok sevimli bir adam ama Ermeni. Doğduğu 1909’dan beri devlet politikaları, Ermenilere neler çektirmişse, hepsi onun da başından geçiyor elbet.
1941’de “meş’um ve zelil” yirmi kur’a askerlik ‘vazife’sini yerine getirmek için ‘tekrar’ askere çağrılır örneğin. İstanbul’un muhtelif yerlerinde tamamlar 14 ayını. Varlık Vergisi’nden ise hiç bahsetmez kitabında, fakat en çarpıcı ve uzun anısı 6 Eylül 1955’le ilgili.
“Bayrak asmayanların kepenklerini ve camlarını kırın!”
Terziyan, 6 Eylül akşamı, Osmanbey’de zemin katta bulunan evinde, “büyük keyifle gazetesini” okurken, eşi Katrin Hanım, sokaktan gürültüler geldiğini söyleyerek, Terziyan’ı uyarır. İlk başta, bunun kuruntu olduğunu düşünerek, pek aldırış etmez. Aslında gazete keyfini bölmeye hiç niyeti yoktur. Sesler giderek artar, “kulakları sağır eden bağırışmalar” artık evlerine kadar geliyordur. Terziyan, ne olup bittiğini anlamak için sokağa çıkar ve “Bayrak asın!” diye bağırarak gelen bir insan topluluğuyla karşılaşır. Eşinin eline tutuşturduğu bayrağı, camın önündeki parmaklıklara assa da, olan bitene hiçbir anlam veremez.
“Bayrak asmayanların kepenklerini ve camlarını kırın” komutunu duyunca, bunun anı kurtarmak için bir zorunluluk olduğunu anlar. Oturdukları apartmanın kapıcısının kapıya astığı dev bayrakla artık güvence altındadırlar. Ama sokağın karşısındaki kırtasiyeci arkadaşı aklına gelir, hemen kendi penceresindeki bayrağı alıp, onun kepengine bir şekilde iliştiriverir. Kalabalık, “kepenkte bayrak var” diyerek dükkanın önünden geçip gider. Yıkıcı güruhun gazabından, arkadaşının dükkanı da kurtulmuştur. Terziyan biraz rahatlamıştır, fakat aklına Balıkpazarı’nda oturan kızkardeşi gelir. Bir bayrak alıp ona gitmeye karar verir.
Aya Triada’yı yakacaklardı
Zaten Şişli’den ve Kurtuluş’tan gelen büyük bir kervan, Taksim’e doğru ilerlerken, aralarına katılır. Etrafa dağılan eşyalar, kırılan cam parçaları ve büyük bir gürültünün içinden geçerek Meydan’a varır. Birden yan tarafındaki grubun konuşmalarına şahit olur: Ellerinde dükkanlardan çaldıkları gaz tenekeleri olan insanlar, Aya Triada Kilisesi’ni yakacaklar! (Nubar Terziyan, doğrudan Aya Triada’nın ismini vermiyor, fakat Meydan’da bulunan insanların “şu ibadet yerini yakalım” dediklerini duyduğu söylüyor.)
Terziyan, kalabalıkta “gidecek bir delik dahi” bulamadığından, Kilise’ye doğru ilerleyen insanlarla birlikte oraya doğru sürüklenir. İçinde bulunduğu kalabalık, biraz olsun dağılır ve Terziyan kendini, insanların bıraktıkları gaz tenekelerinin yanı başında bulur. Ne olursa olsun, Kilise’nin yakılmasını önlemeye karar verir. O sırada, oluşan bir karışıklığı fırsat bilerek, önünde duran iki tenekeden birini tekmeler ve gazı döker. Sıra diğerine gelmiştir, tenekenin başında “adeta nöbet tutarak” kimsenin almasına izin vermez ve kalabalığın görmediğini düşündüğü bir anda, ikinci tenekeyi de deviriverir. Tam rahatlamışken, kendisine gelen bir güruhu fark eder. Ellerinde ucuna bez sardıkları sopalar taşıyan kalabalık, gaz tenekelerini almak için gelirken, Terziyan’ın gazı döktüğünü görmüştür ve üzerine “İşte orada, bu, orada” diye bağırarak gelmektedir. Bu sırada, Kilise’yi yine de yakmak için ellerindeki sopaları, yerdeki gaza bulamayı da ihmal etmezler. Tam sopalar Terziyan’ın kafasına inecekken, “Etraflarını çembere alın!” diye bağıran gür bir ses duyar. Bir grup asker ve polis, Terziyan’ın da aralarında bulunduğu kalabalığı tutuklar.
Saymakla bitmeyecek kadar çeşitli eşyalar
Polisler, bu grubu Bursa Sokağı’nda bulunan kararkola götürürler, fakat bu karakol, herkesi almadığı için bir kısmı başka bir karakola nakledilir. Herkesi karanlık bir odaya koyarlar. Odada, Terziyan’ın elini cebine atacağı kadar bile bir boşluk yoktur. Kapı kapanır, tavanda çok hafif bir ışık belirir ve herkes yavaş yavaş odaya yerleşmeye başlar. Terziyan’a, yan tarafındaki, “Arkadaş, içersin” diyerek birkaç paket sigara uzatır ama Terziyan reddeder. Bir anda fark eder ki, odadaki herkes birbirine sabun ve sigara gibi şeyler teklif etmekte. Bir gaflet anında, sabunu almayı düşünür ama sonra düşünür ve arama yapıldığında üstünden bunların çıkması halinde, kendisinin de “çapulcu” zannedileceğine karar verir. Bir süre sonra, kapı açılır ve bir ses, “Herkes teker teker çıkacak ve dışarıda üçer kişilik sıra olacak” komutu verir. Kapıya doğru yaklaştıkça, bir şeylere bastığını fark eder ve bunların ne olduğuna baktığında gözlerine inanamaz: “Pırıl pırıl makaslar, bıçaklar, esanslar, çeşit çeşit sigaralar, iç çamaşırları, çatal bıçaklar, çeşit çeşit kadın kolyeleri ve küpeleri, çeşit çeşit içkiler, kadın süsleri, çantalar, saymakla bitmeyecek kadar çeşitli eşyalar…”
Selimiye Kışlası’na gidiyorlar
Konvoy halinde karakoldan ayrılırlar ve Ağa Cami’nin önünde onları bekleyen tramvaya binerek Emniyet Müdürlüğü’ne doğru yola çıkarlar. Emniyet Müdürlüğü’nde nezarethaneye konulurlar, burası daha da kalabalıktır ve manzara daha da beterdir. İki ceket ve üstüne pardesü giyenler, ayaklarına olmayacak kadar büyük veya küçük iskarpinleri ayaklarına geçiriverenler, pantolonları üst üste giyenler… İnsanların cepleri ise adeta bakkal, tuhafiye ve kırtasiye dükkanı…
Burada da bir süre bekledikten sonra, Selimiye Kışlası’na götürülmek üzere, yine tek sıra halinde dışarıya çıkarılırlar. Etraflarında süngülü jandarmalarla Sirkeci’ye kadar yürüyüp, oradan arabalı vapurla karşıya geçeceklerdir. Yandan çarklı bir arabalı vapur tıka basa doldurulur ve Anadolu yakasına doğru yola çıkılır. Vapur, Sarayburnu’nu geçerken, çok iyi bir yüzücü olan Terziyan, denize atlayıp, hâlâ etraf karanlıkken gözden kaybolmayı düşünür. Kışla’dan çıkıp çıkamayacağından emin değildir. Fakat vazgeçer. 45 dakikalık bir yolculuktan sonra, hangi iskeleye yanaştığına Terziyan’ın dikkat bile etmediği vapurdaki kalabalık yavaş yavaş boşaltılmaya başlanır. Ön taraftan çıkan bir kargaşaya müdahale etmek için vapurun önüne giden jandarmaların yokluğunu fırsat bilen Terziyan, bir anda makine dairesine dalar ve orada bir süre saklanır. “İskele alabiliriz artık” sesini duyduğunda, artık buradan çıkma vaktinin geldiğini düşünür. Makine dairesinden tam çıkacakken, bir gemiciyle karşılaşır ve gemici onu tanır: “Nubar Bey, gemide film çevirdiğinizi bilmiyordum.” Onu tanıyan gemiciye derdini anlatınca, gemici, onu vapur Kabataş’a yanaşana kadar kamarasında saklar. Vapurdan inerken de, Terziyan’la arkadaşıymış gibi sohbet ederek, askerlerin dikkatini çekmemesini sağlar.
Terziyan, bu anılarını anlatırken, olayların ismini koymuyor. Bunları, başından geçen sıradan maceralarmış gibi naif ve heyecanlı bir dille anlatıyor. Hiç yaralanmamış ve etkilenmemiş gibi kalender bir tavır takınıyor. Hatta 6-7 Eylül anısını anlatırken, araya ihtiyarlamak ve aşık olmak meselelerini sıkıştıracak kadar, anlattıklarını önemsemez görünüyor. Bunda en büyük pay elbette ki, Cumhuriyet’in ve anılarını kaleme aldığı dönemin baskı ortamının. Döne dolaşa kendisine biatı, özellikle de azınlıklardan talep eden bu sistemin içinde, korunaklı bir sessizlik ve içe kapanma veya atma gibi refleksler, elbette ki çok anlaşılabilir. Zaten Terziyan’ın, bu uzun ayrımcılık ve baskı döneminde, bu kadar göz önündeyken bile, sadece hiç ismini değiştirmemesi ve kimliğini gizlememesi dahi, çok önemli bir direniştir.”
(AGOS – 2020)