Hayatım boyunca kendilerine yapılan dayatmalara, kabullenemedikleri yanlışlara, içlerine sindiremedikleri haksızlıklara “Hayır” diyebilen insanlara hayranlık duydum.
Hayır demek zorunda kaldığımız, kalacağımız onca şey varken sus pus oturmak, görmezden gelmek, gözleri kaçırmak, hiçbir şey yokmuş, olmuyormuş gibi davranmak kendimize, yakınlarımıza, yaşadığımız topluma ve insanlığa karşı bir ihanet, bir cinayettir…
Kadınların şiddet gördüğü bir ülkede, kadınların çığlığına kulak tıkamak o şiddete ortak olmaktır.
Çocukların tacize uğradığı bir toplumda, çocukların korkuyla açılan gözlerinden gözlerimizi kaçırmak, o rezalete ortak olmaktır.
İnsanlar sadece ve sadece etnik kökeni nedeniyle ayrımcılığa uğruyor, bizim sahip olduğumuz haklardan kısmen dahi olsa yoksun bırakılıyorsa, korkuya teslim olarak bu insanlık suçuna “Hayır” diyememek bu suça ortak olmaktır.
Cinsel kimliklerinden dolayı aşağılanan, ayrımcılığa uğrayan, bedel ödemek zorunda bırakılan kadın ve erkeklerin acısı karşısında suskun kalmak, bu zulmü “öncelikler listesine” almamak bu zulme ortak olmaktır.
Yaşadığımız coğrafyada insan aklına, vicdanına sığmayan sayısız olay var. Her gün bir yenisine tanık olduğumuz, her tanıklığımızda insanlığımızdan biraz daha utanıp ürperdiğimiz ve zaman içerisinde giderek kayıtsızlaşmaya başladığımız olaylar bunlar. İnsan olarak dehşete kapılmamız, yerin dibine geçmemiz, soluksuz kalmamızı gerektiren korku hikâyeleri bunlar…
Adeta bizi korkutmak, sindirmek, aklımızı başımızdan almak, kayıtsızlaştırmak, insanlıktan çıkarmak isteyen bir mekanizma işliyor. Farkındayız ya da değiliz, hepimiz bu mekanizmanın dişlilerine dönüşüyoruz, dönüştük hatta… Kimi zaman bir suçun faili olarak, kimi zaman suskun tanığı olarak… Ama her koşulda tepeden tırnağa masumlardan ve mazlumlardan sıçrayan kanlar duruyor üstümüzde başımızda.
Kıbrıslı Türklerin çoğunlukla haklı olduklarını bilmekle beraber, pek de hoşlanmadığım bir huyu var. Her melaneti Türkiye’ye ve Türkiye’den gelenlere bağlamak ve suçu, suçluyu “ötekileştirmek”, sadece “ötekine ait” bir vasıfmışçasına işaret etmek gibi tatsız bir huy!
Doğrudur, Türkiye çerini çöpünü, hırsız-uğursuzunu yığdı adaya.
Doğrudur, Kıbrıslı Türkler alışkın olmadıkları hırsızlıklarla, cinayetlerle, ahlaksızlıklarla, zorbalıklarla tanıştılar yıllar içerisinde…
Bütün bu pislikler içerisinde Kıbrıslı Türkler “temiz kalmayı” başarabildilerse, adaya gönderilmiş hırsız-uğursuza uymayıp kendilerini ve çocuklarını “ak-pak koruyabildilerse” düğme iliklerim önlerinde. Ama… Nedir ki bu “temiz kalmak?”…
Şu veya bu mecburiyetten dolayı adaya gelmiş, getirilmiş insanların hiç de insanca olmayan yaşam koşulları içerisinde debelenirken taşıdıkları, ürettikleri, karıştıkları suçlar karşısında öfkeyle “alın da götürün suçunuzu da suçlunuzu da” demek ve kapıyı pencereyi sıkıca kapatıp oturmak mıdır temiz kalmak?
“Her melanetin kaynağı ve başı Türkiyelilerin” karıştığı her suçu manşetlere taşıyıp, suçu “ötekinin sıradanlığına” dönüştürmek mi? “Şu Türkiyeliler olmasa, nasıl da steril bir toplum olacağız” demek mi?
İnsanın olduğu yerde suç da var… Hele ki insanlığın oradan oraya savrulduğu, sınırları aştığı; farklı dil, din ve kültürlerle, farklı etnik gruplarla, farklı “ahlak algı ve anlayışlarıyla” yaşar hale geldiği bir dünyada suç daha da karmaşık, daha da belirgin, daha da ürpertici biçimde var…
Bir Avrupalı eşcinselin, adaya gelip kaldığı otelde sevgilisiyle öpüştüğü için tutuklanma ihtimalinin hayli yüksek olduğu ve bunun “olağan ve yasal” sayıldığı bir ülkede “suç kavramı”, “suç algısı” ve “suça karşı tavır” tartışılmaya değmez mi?
Bence değer… Hele ki bir erkeğin bir başka erkekle sevişmesinin “olay” haline getirildiği adada, bir komutanın gencecik bir eri döverek öldürmesi kimsenin gündemini oluşturmuyor, kimsenin canını yakmıyor, kimseyi isyan ettirmiyorsa, bunları tartışmaya değer…
Er Uğur Kantar Kıbrıs’ta askerlik görevini yaparken ağır biçimde dövülerek, işkence edilerek hayatını kaybetti. Uğur’un davası cuma sabahı, tam da bu satırları yazdığım saatlerde Girne’de görülüyordu. Acılı babacığı, avukatlarla birlikte adaya geldi.
Türkiye’de yedi sivil toplum kuruluşu ortak bir basın bildirisi hazırladılar. Asker Hakları İnisiyatifi, Çağdaş Hukukçular Derneği, Genç Siviller, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, Mazlum Der ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı.
Bu bildiri Uğur’un davası görülürken Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı önünde bir basın toplantısıyla okundu.
Gönül isterdi ki; acılı, kolu kanadı kırık bir baba, Kıbrıslı Türklerin çok iyi tanıdığı militarist bir vahşet karşısında yalnız bırakılmasın… Gönül isterdi ki 40 yıldır militarizmin feriştahına tanıklık etmiş Kıbrıslı Türkler Er Uğur Kantar’ın babacığını bağırlarına bassınlar, onun yanında etten bir duvar örsünlerdi…
Ama ne yazık ki Er Uğur Kantar yapayalnız işkence görerek katledildiği Kıbrıs’ta bir kez daha yalnız bırakıldı. Ölen de Türkiyeli, öldüren de Türkiyeliydi çünkü… Daha da mühimi… Ölen de öldüren de askerdi…
Duyduğu ilk andan itibaren harekete geçen sevgili Murat Kanatlı’ya özel olarak teşekkür edip Kıbrıs’taki tüm anti militarist, solcu, demokrat dostlarıma sormadan edemiyorum şimdi:
Vazgeçtim “anti militarist” olmanın, “hayata soldan bakmanın” doğal reaksiyonuyla zaten olmanız gerekliliğinden… Ama merak ediyorum gerçekten…
Ölenin ve öldürenin “kimliği” insanlık dışı bir vahşete bakarken gözlerinizi perdeliyor, kriterlerinizi ve değerlendirmenizi değiştiriyor mu?
“Türkiyeli Türkiyeliyi öldürmüş” giderek normalleşen bir algıya mı dönüşüyor kafalarınızda?
Ya da şöyle sorayım… Gencecik bir delikanlının dövüle dövüle öldürüldüğünü duymak ruhunuzda, vicdanınızda, tatlı canınızda en küçük bir çizik yaratmıyor mu?
O çizik isyan etmenize yol açmıyorsa… Kaç çiziğe ihtiyacınız var?