Stella Aciman
BEN, YENİ KÖPEK
Bu yazıyı; Kıbrıs’ın çeşitli yerlerinde sahipleri tarafından ağaca asılarak, tüfekle vurularak öldürülen tüm bahtsız köpeklere ithaf ediyorum…
Bir arabanın arka koltuğunda yeni evime doğru ilerlerken içimde hem korku hem de mutluluk vardı. Korkum; neyle karşılaşacağımı bilemememdi. Yeni sahiplerim iki kadındı; İstanbul’da bir pet shoptan aldıkları chow-chow cinsi köpekleri bir hafta içinde ölmüştü. O güne kadar sahibim olan veteriner Tuğşad abim, onların üzüntüsüne dayanamayıp, ‘çivi çiviyi söker’ diye düşünerek, altı aydır durduğum kafesten beni çıkarmış, gözü yaşlı bu iki kadına vermişti. Mutluluğum ise; aylardır durduğum kafesten çıkmış olmamdan kaynaklanıyordu. Henüz altı aylık, bej renkli, dişi bir labradorum ben, henüz adı konmamış… Hamitköy’de bir apartman katıydı yeni yuvam. Eve yeni sahibimin kucağında girdim, çünkü inatla yürümüyordum, ayaklarım bedenimi geri geri çekiyordu, korkuyordum. Beni salonda yere koyduklarında, bacaklarım iki yana ayrılmıştı… Bir türlü toparlayamıyordum; tabii uzun süre kafeste durmamın sonucuydu bu ama yeni sahiplerim gülmeye başlamışlardı halime. Başımı öne eğmiş, kulaklarımı geriye atmıştım çünkü utanmıştım. Benim gibi heybetli bir köpeğin düştüğü bu durum gerçekten çok komikti. Yürümediğimi gören sahiplerimden biri, “biraz kendi haline bırakalım, eve alışsın” deyince çok sevinmiştim. Onlar içeri gidince başımı yerden kaldırdım ve yeni evimi incelemeye başladım. O kafesten sonra burası bana çok büyük görünmüştü. Odada kimsenin olmamasını fırsat bilerek yavaşça bir saattir oturduğum yerden kalktım ve salonu turlamaya başladım; işte o anda balkonu gördüm ve aralık kapıdan dışarı süzüldüm. O güne kadar bilmediğim ne çok şey vardı karşımda… Karşıdaki parkın içindeki kocaman ağaçlara uzun uzun baktım, ilkbahar güneşinin bedenimi ısıtan sıcaklığıyla tanıştım, arabaları, kuşları, kedileri ve insanları gördüm. Ben balkondaki görüntülerin tadını çıkarırken sahip bir(benim gözümde onlar hep sahip bir, sahip iki olarak kaldı) yanıma geldi ve başımı okşayarak benimle konuşmaya başladı; “sen artık bizim kızımızsın, bizimle yaşayacaksın, beraber çok mutlu olacağız…” Ne kadar yumuşak bir sesti kulaklarıma giren ve ruhumu sarmalayan. İçimde, “mutlu olacağım burada” diyen sese güvenmeye başlamıştım artık. Artık yavaş yavaş evin diğer yerlerini keşfetmeye çıkabilirdim. Onların mutfakta olduğunu gördüm ve koridorda yürümeye başladım. Yatak odalarını birer birer dolaştım. En son mutfağa geldim. İkinci sahip bir kaba yemek koymuştu benim için. “hadi kızım gel mamanı ye” diyen sese anında yanıt verdim ve mama kabıma yanaştım. Yemek benim en büyük zaafımdı, önüme konan ne olursa olsun anında yutardım. Doymak bilmeyen bir mideye sahiptim ama kilo almamak için belli bir ölçüyle yetinmek zorundaydım, yani ben ömür boyu diyet yapmak zorunda olan bir köpektim. Mutfakta pişen yemek kokularını burnum havada, koklayarak ve iç çekerek izlerdim. Sahiplerimin haklarını yemeyeyim; bana haftada bir defa zaman makarnalı tavukla ziyafet çekerlerdi. O takır tukur kuru mamalardan sonra midem bayram ederdi. O günleri iple çekerdim.
Günler günleri, haftalar haftaları devirdi; artık evime ve sahiplerime alışmıştım. İsmim Daisy olmuştu. Her gün birinci sahibimle uzun yürüyüşlere çıkıyorduk. Bazen ovada serbest kalıyor, doyasıya koşturuyordum. Akıllı bir köpektim… Sahibim de iyi bir eğitmendi doğrusu. Bana yanında yürümeyi öğretmişti mesela. Ben diğer köpekler gibi sahibimi gezdirmezdim, o beni gezdirirdi. “Otur” dediğinde oturur,”kalk” dediğinde kalkar, “yat” dediğinde yatardım. Sahibim “ye” demeden yiyemezdim ki benim için en zor olanı da buydu. Dedim ya… Ben obur bir köpektim. Elimi bile verirdim. Evin her yeri benimdi ama koltukların üzerine çıkmam yasaktı ama sahiplerimle koyun koyuna yattığım çok olmuştur. Birinci sahibim bazen beni denize götürürdü, işte o günler keyfime diyecek olmazdı. Ben normalde bir ördek avcısıyımdır, suya çok düşkünümdür anlayacağınız. Parmaklarımın arasında ördekler gibi perde vardır. Sahibimle bütün bir günü denizin içinde oynayarak geçirmek, suda onu kovalamak, sahilde sıcak kumların üzerinde koşturmak… Çok güzel günlerdi çok. Bir köpek ne ister ki… Sevilmekten başka? Bir tatlı söz, bir sevgi dolu bakış, bir okşayış… Bizi biz yapan duygular sadece bunlardan ibarettir. Bunlar için hayatımızı bile veririz, hiç düşünmeden. Ben mesela; sahibimin üzüntülü olduğunu hemen anlardım. Başımı dizlerinin üzerine yaslar, gözlerimi onun gözleriyle buluştururdum. Saatlerce o halde durabilirim, hiç yüksünmem… Yeter ki sahibimin yüzünün güldüğünü göreyim.
O, YENİ İKİNCİ KÖPEK
Artık iki yaşıma gelmiştim. Çocukluğumun o deli-dolu halleri gitmiş yerini ağır, kendinden emin bir görüntüye bırakmıştı. İşte o günlerden birinde, birinci sahibimin elinde gelmişti eve o kara, kuru şey…
İki tane kocaman kara göz, buruşuk bir surat… Başımdan bile küçük bir köpek! Pug’mış cinsi ve birinci sahibimin yıllardır sahip olmak istediği bir köpekmiş. Artık evin içinde deve ve pire misali dolanmaya başlamıştık Misi’yle. Sahiplerim önceleri bizi beraber bırakmaktan çok korkmuşlardı. Koca cüssemle, o minik cüceyi ezerim diye düşündüler herhalde. Ama ben her köpekle anlaşan, kıskanmayan bir labradordum. Misi’yi de kardeş olarak benimsemiştim. Gerçi biraz şımarıktı; gündüz uykularımda hiç rahat vermezdi, kulağımı, kuyruğumu çekiştirir, illa onunla oynamamı isterdi. Kırmazdım onu; evin içinde o önde ben arkada, koşar oynardık. Arada bir ben bir şeyleri yerlere indirirdim bu koşuşmalar arasında ve sahiplerimden azarı yerdim. Hemen bir köşeye sinerdim Misi’yle beraber. İkinci sahibimin torunu geldiğinde evimiz bir başka şenlenirdi. Belki inanmayacaksınız ama Efe, emeklemeyi ben ve Misi’den öğrendi. Hatta işi bazen büyütür oyuncağını yerden ağzıyla alır ve fırlatırdı, aynı benim yaptığım gibi. En büyük kavgayı Misi’yle yapardı Efe; emziğini sürekli Misi’ye kaptırırdı ve kıyamet kopardı. Bir ara evdeki emzik sayısının 20 taneye ulaştığını bilirim.
Mutlu yıllarım, Misi’nin rahatsızlıklarının başlamasıyla sona erdi. Misi Romanya’daki bir köpek çiftliğinden gelmişti. Sahiplerime 2 aylık olduğunu söylemişlerdi ama Tuğşad abim, “bir aylıktır” demişti. Bağışıklık sistemi güçlenmeden anasından ayırmışlardı, tıpkı diğer binlerce köpek gibi. Misi artık hemen hemen her hafta doktora gidiyordu. Vücudundaki tüyler dökülüyor, yüzünde sivilceler çıkıyordu. Birinci sahibim onun için yurt dışından ilaçlar getirmişti. Dökülen tüylerin üzerine sürerken ben de hemen yanı başında üzgün gözlerle onları izliyordum. Bazen Misi, ben yatarken bacaklarımın arasına girer, uyurdu. O vakitler onun sırtındaki tüysüz yerleri yalardım, sanki iyileştirecekmişim gibi hissederdim. Misi üç sene boyunca Girne’deki veteriner Firdez’le Lefkoşa’daki veteriner Tuğşad arasında gitti geldi. Bu arada kısırlaştırıldı, tüyleri çıktı, sivilceleri geçti. Eski neşesi yerine gelmiş gibiydi ama o da artık benim gibi ergen bir köpek olmuş ve ağırlaşmıştı. Yine de arada koşturuyor, bir şeyleri kırıyor, sahiplerimizi kızdırıyorduk. Bir Nisan gecesi misafirlerimizle oturuyorduk. Ben halının üzerinde yatıyordum, Misi ise ikinci sahibimin kucağında uyuyordu. İşte Misi’ye ilk kasılma o gece gelmişti. Tüm vücudu kasılmış, gözleri adeta yuvalarından fırlamıştı ve nefes alamıyordu… Ağzı kilitlenmişti. İkinci sahibim Misi’nin kilitlenmiş ağzını zorla açtı ve Misi nefes almaya başladı. Ne olduğunu anlamamıştık. Hemen Tuğşad abim arandı ve Misi apar-topar götürüldü. O gece saatlerce balkonda Misi’nin yolunu bekledim. Geç saatlerde eve dönen Misi’nin keyfi yerindeydi, hemen yanıma koştu ve beni yalamaya başladı; sanki “ben iyiyim, merak etme” der gibiydi. Sahiplerimin yüzünde ise tedirginlik vardı çünkü Misi’nin neden böyle bir kasılma geçirdiği anlaşılamamıştı. O günden sonra artık tüm gözler Misi’nin üzerindeydi çünkü o kasılmalar tekrarlanıyordu. Misi’ye çeşitli ilaçlar veriliyor, iğneler yapılıyordu ama hastalığı bir türlü teşhis edilemiyordu. Artık bizleri evde hiç yalnız bırakmıyorlardı çünkü Misi’ye kriz geldiğinde birisi muhakkak o kilitli ağzı açmak zorundaydı yoksa Misi nefessizlikten ölebilirdi. Geceleri sahiplerim, ben ve Misi hep beraber yatıyorduk. Sahiplerim uyuduklarında Misi’ye kriz gelebilir diye hiç uyumuyordum. Onunla burun buruna yatıyorduk. Kriz geldiğinde hemen havlıyordum ve ayaklanıyordum. Sesi duyan sahiplerim hemen kalkıyorlardı. Krizlerin aralığı giderek sıklaşıyordu. Tuğşad abim işi bittikten sonra bizim eve geliyor ve gece kalıyordu… Ama nafile bir çabaydı çünkü teşhis konulamıyordu bir türlü.
VE SON
O gün birinci sahibim Misi’yi Girne’ye veteriner Firdez’e götürmüştü. Misi yolda da bir kriz geçirmişti. Ne yazık ki Firdez abla da çaresizdi. “Burada yapılacak bir şey yok, en iyisi İstanbul’a fakülteye götürün. Onların olanakları daha çok, belki hastalığı teşhis edebilirler” demişti Firdez Abla. Birinci sahibim eve döndüğünde kolu kanadı kırılmış, debelenen çaresiz bir kuş gibiydi. Kucağında Misi, koltukta oturuyor, boş gözlerle bana bakıyordu. Ben de çaresizdim… Misi’yle bakışıyorduk, o gözler bana sanki, “ben ölüyorum” der gibiydi. O akşam Misi son defa o evden çıktı. O akşam Misi’nin hastalığının, o cinslere özgü bir hastalık olduğu ve bir aydan fazla yaşatmadığı ortaya çıkmıştı. Ve Misi o akşam ölmüştü…
Evimiz sessizleşmişti, sahiplerim mutsuzdu… Ağlıyorlardı, tüm apartman da onlarla birlikte ağlıyordu Misi için… Köpeklerin ağladığını hiç gördünüz mü? Ben gördüm, çünkü o gece benim de gözlerimden aşağı yaşlar düştü.
Dört sene oldu Misi’yi kaybedeli… Hala o balkonda hüzünlü gözlerle “belki gelir” diye onu bekliyorum…