Gürgenç Korkmazel
gurgench@yahoo.co.uk
İlk daktilomu 1992 yılında, Fethiye’de yaşarken bass çalan bir müzisyenden satın aldım (sonradan öğrenecektim, uyuşturucu alabilmek için gizlice annesinin daktilosunu satmıştı bana.) Imperial marka bu daktilonun turuncuya çalan rengini hiç sevmedim, ama ucuza gelmişti, çalışıyordu, fazlasıyla görüyordu işimi. O dönemde birçok aşk mektubu ve aşk şiiri yazdım onu kullanarak.
Küçüktü, hafifti daktilo, benimle birlikte yolculuklara çıktı, Balkanları, Macaristan, Avusturya, Almanya ve Hollanda’yı dolaştı, parklarda veya istasyonlarda yattığımda başıma yastık oldu. Ufak tefek arızalar gösterdi, ama hiçbiri beni yolda bırakacak, yazmanın gürül gürül akışını engelleyecek boyutta değildi.
İlk daktilom şiirler ve kısa metinler yazmaya uygundu daha çok. İşte o daktiloyla yazdığım o dönemdeki karanlık psikolojimi yansıtan, hala daha dosyamda duran bu kısa metinlerden biri:
“Hayır diye bir şey yoktur, çünkü ne doğuma ne de ölüme hayır diyemiyoruz en başta. Hayır, sadece insan ilişkilerinde, alış verişlerde işe yarıyor. İntihar ise yaşama hayır demekten çok zaten yaklaşan ölüme evet demektir!”
Öyküler yazmaya başlayınca tekledi. 1995 yılının sonunda, Londra’dayken bozuldu. Britanya adasının soğuk ve nemli iklimi yaramadı ona belki de. Yoksa, ayrılıklar, yollar, taşınmalar mıydı yoran onu? Bilmiyorum. Üç yıl boyunca, o gezgin göçebe günlerde bana eşlik etti. Ye ve Yolyutma adlı ikinci ve üçüncü şiir kitaplarımı onunla yazdım. Bozulunca sonuçta bir makine olduğunu hatırladım, ama yine de onu atmaya kıyamadım. Ancak bir yıl sonra Manchester’a taşınınca, ondan umudu kestim ve artık ağırlığına dayanamayarak çöpe attmak zorunda kaldım onu.
Yanına taşındığım sevgilinin evinde, yıllardır kullanılmayan Sharp marka Q klavye bir daktilo vardı. Oraların havası gibi griydi rengi. Çalışmalarıma devam edebilmem için onu ödünç verdi bana. Bu daktiloyla “ş” yazabilmek için iki ayrı tuşa, “ç” yazabilmek için üç, “ü” ve “ö” yazabilmek için ise dört ayrı tuşa basmam gerekiyordu. Zor olsa da, “ı” dışında her harfi yazabiliyordum. Küçük “ı” yazmam imkansızdı ama. Yerine “i” yazıp sonradan tipex ile noktasını siliyordum. (Bundan esinlenerek yazdığım, ‘ı’sızlık’ diye bir şiir var Yolyutma kitabında.)
24 saat müzik dinlediğim yıllardı. Ağırlıklı olarak King Crimson, Primius, Supertramp, Frank Zappa, Keziah Jones ve Peggy Lee günleri. Sadece iki işaret parmağımı kullansam da, dakiloda çalışırken piyano çalan bir piyanist gibi hissederdiyordum kendimi. Etraftakilerin rahatsız edici tekdüze sesler olarak algıladığı o sesler, müzik gibi geliyordu benim kulağıma.
Q klavye ile uzun metinler yazmaya çalışmak, hem yavaş ilerlememe, hem de dilimin bozulmasına yol açıyordu. Yorucu ve yıpratıcıydı. Daha fazla dayanamadım, Türkiye’ye tatile giden Bora’dan, F klavye bir dakilo getirmesini rica ettim. Getirdi. Yüz sterlin değerinde, bej renkli, Olympia markaydı. Beni anlayan, duygularımı düşüncelerimi ifade edebileceğim yeni bir sevgiliye kavuşmak gibiydi.
Augur adlı şiir kitabımı ve Yağmur Yüzünden’de yer alan bazı öyküleri ilkin bu daktiloda yazdım.
Sonra roman yazma işine giriştim. Roman yazmaya başlayınca (ki sonradan parçalayacak, işime yarayan parçaları alacak, geriye kalanları yakacaktım), her konu açıldığında neden bilgisayar kullanmadığımı sordu arkadaşlar. Bilgisayarı icat eden adamın kendini öldürdüğünü söylüyordum onlara.
Bu arada dosyalar, yazılacak yazılar biriktikçe birikti. Özellikle gittikçe çoğalan çeviri işleriyle başa çıkamaz oldum. Daktilomun çıkardığı sesler evdekileri rahatsız etiğinden gece saatlerinde çalışamıyordum. İnat etmeyi bırakıp, önceleri karşı çıktığım bilgisayar olayı yavaş yavaş kafama yattı (en çok da, Manchester Üniversitesinde ‘exchange student’ olarak bulunan, sonsuzluğun matematiksel hesaplaması üzerinde çalışan Bora Ercan’ın payı var bunda). Gidip ikinci el bir bilgisayar ve printer aldım.
Bilgisayar ile çalışmaya başlayınca nasıl da emek, zaman ve kağıt tasarrufu yapılabileceğini gördüm. Hayat kolaylaştı. Hız kazandım ama bu teknolojik değişimin sonucunda müziğimi, daha da önemlisi yavaşlığımı yitirdim. Ton ve açı değiştirdim:
“Kabul edersin veya etmezsin, dünyadaki onca kötülüğe rağmen yaşamı seçmek, intihar etmemiş olmanın utancı artık.”
2003 yılında Kıbrıs’a kesin dönüş yapmadan önce bilgisayarı Yunanlı bir arkadaşıma hediye ettim. Adaya dönünce, daktiloya da dönüş yaptım ister istemez. Bilgisayarı bırakıp daktiloyla yazmak, arabadan inip eşşeğe binmek gibi bir şeydi. Evet, eşşekleri arabalardan daha çok seviyorum, ama üzülerek gördüm ki daktilo yetmiyordu artık bana. Varmak istediğim yere gidemiyordum. Hayatımı yazarak kazanacaksam, kendi şiirlerim, yazılarım bir yana, gelen çeviri işlerini ancak bilgisayarla yapabilirdim. Teknolojiye, çağımızın en büyük hastalığı olan hız’la bir yere kadar uzlaşmak zorundaydım. Böylece yeni bir bilgisayar edindim.
Son daktilom, köyde, anne babamın yaşadığı evin, eskiden benim olan odasındaki bir dolabın dibinde duruyor. Örümceklere yuva oldu şimdi.
Evet, teknoloji karşıtıyım, ama bilgisayar kullanıyorum. Dağa çıkıp mağarada yaşamayı seçmedikten sonra soyutlayamam kendimi bundan. Yaşamımı yazarak kazanmak istiyorsam eğer, başka çarem yok. Benim için önemli olan ve beni avutan ortalama günde iki saatten fazla bilgisayar kullanmamak, onun tutsağı haline gelmemek.
Evet, doğru bilgisayar kullanıyorum çoktandır, ama hala daha daktilo gibi kullanıyorum onu.