İnsan her acının tesellisini, her zorluğun çaresini buluyor bir biçimde. Doğan her yeni gün her şeye rağmen devam gücünün işaretini çakıyor. Ne kadar çok insan tanıyorsan o kadar çok acı haber alma potansiyelin var. Geçmişte, modernizm öncesi zamanlarda yalnızca kendi köylerinin, küçük çevrelerinin acılarıyla meşgul olmuş insanlar. Şu an bütün dünyanın acıları odalarımıza akmakla meşgul ne yazık ki.
O kadar sıklıkla yakından, uzaktan tanıdığımız kişilerle ilgili kötü haberler alıyoruz ki buna direnmek için duyarsızlaşmaya başlıyoruz. Yas süresi kısalıyor. Nazım Hikmet “En fazla bir yıl sürer/ yirminci asırlılarda ölüm acısı” demişti ya. 21. asırlılarda bu süre süratle kısalıyor. Yeni bir acı haber diğerini gölgede bırakıyor. Gözyaşları erkenden diniyor. Belleğin ve kalbin bir köşesine gömülüyor elbet acı.
Zaten uzakta olan, yıllardır görmediğin birinin ölüm haberi gerçek gibi de gelmiyor. Hatıralar olduğu yerde duruyor, yenilerinin olmayacağını bilmek içini burkuyor. Belki birkaç damla göz yaşın dökülüyor, sonra hayatın yoğun gündemleri acıyı gerilere doğru itiyor. Kaybedileni anımsatan bir işaret, bir fotoğraf sarsıyor ama o da geçiyor hemen.
Geçmişte sevgi duyduğumuz birilerinin artık hayatta olmadığını bilmek, bir gün aynı durumun başka sevdiklerimiz, hatta bizim için de söz konusu olabileceğini bilmek hayat algılarımızı sarsıyor. Bunun bir endişeye dönüşmesi hayatı karartacak bir şey yalnızca. O yüzden her günün kıymetini bilip her anı doya doya yaşamaktan, geçmişin travması ve gelecek endişesinden kendimizi korumaktan başka çare yok.
Gelecekte bir zaman bu dünyada olmayacağımız kesin ama geleceğe bırakacağımız bazı şeyler bizim adımıza varlığını sürdürebilir belki. Cennet tahayyülü biraz da fani olmanın ağırlığı ile ilgili. Hatıralarımız daha uzun hayatlarımızdan.
Pandemi süreci geride kalırken bir post-travma hali içindeyiz sanki. Kırılganlıklarımızı fark etmemiz hayata daha sıkı sarılmamızı sağlıyor. Dünya yeniden hareketlenmeye başladı. Bir “nerede kalmıştık?” dönemi adete, sanat etkinlikleri, konserler, festivaller vs. Bir yanda savaş, ekonomik kriz, diğer yanda yaşamaya, hayatın nimetlerine susamış bir insanlık.
Ne olursa olsun biricik hayatlarımızın sorumluluğu kendi elimizde. Kendimiz ve dünya için yapabileceklerimizin sınırı yok. İnsan mucizevi bir yaratık.
Bir yanda acı, diğer yanda umut. Bazen gerginliklerin yarattığı toksin zihnimizi bulandırsa da içinde bulunduğumuz her durumun bir çözümü var. Bütün mesele yaratıcı zekayı devreye sokmakta.
Bütün kayıplara, acılara rağmen yeni kazanımlar, yeni güzellikler taşıyan bir dünya var. Her şey olmasa da pek çok şey bizim elimizde.
“En güzel günlerimiz/henüz yaşamadıklarımız” gibi umut dolu dizelere sahibiz.
Bir yanda zulüm, bir yanda merhamet ve şefkat. Tercihimizi hangisinden yana yaptığımız önemli. Dünyanın hali her ne kadar iç açıcı değilse de onu değiştirme potansiyelinin saldığı umut hala orada.
Kendi hayatımızı da başkalarının hayatlarını da nasıl kararttığımızı göremiyoruz kimi zaman. Çok basit çözümleri, bir dokunuşla düzelebilecek olanı fark edemiyor, kimi zaman daha da karmaşıklaştırıyoruz.
Onca adaletsizlik içinde bir adalet ve hakikat arayıcısı olmak, sonuca ulaşmasak bile anlamlı bir hayat yaşamayı getirecektir bize. Hedefe ulaşmasak da yolculuğun değerini bilebiliriz.
Her sabaha tanıdığım, sevdiğim pek çok insanın sorunlarını düşünerek uyanıyorum ve kalbimi ağırlaştırıyor bu. Oysa hayat sürüyor ve pek çok sorun bir biçimde çözülüyor. Dünün mutsuzları birden sevinç burcuna geçiyor, bazı zorluklar yeniliyor, hayat beklenmedik gelişmeler getiriyor.
En iyisi kalbini serin tutması insanın. Dayanışma ve temiz kalple aşılabilecek öyle çok sorun var ki. Dalgaları aşabiliriz. Cesaret edelim yeter ki.