Mihalakis Savvidis
Bir zamanlar Kissinger, siyasi güçten daha büyük bir afrodizyak olmadığından söz etmişti... Elbette bu gücü elde etmiş ve onu kişisel maksatlar için sömürmüş olanlar için nihayetinde aşağılanmak kadar büyük bir ceza olamaz...
Romalılar, Kissinger’den çok daha önce “Damnatio Moriae”nin yani “Hatırlamanın Mahkumiyeti”nin kendi halkını küçük düşürmüş veya ihanet etmiş yetkililere empoze edebilecekleri en kötü cezalardan birisi olduğunu çok iyi biliyorlardı... Bu tür insanları hatırlatacak herşey ellerinden alınıyordu... Avantajları, ünvanları, statüleri, onlara yönelik sütunlarda veya paralardaki referanslar... Eğer sözkonusu yetkili ölmüşse, o zaman vasiyeti iptal ediliyor ve mezarı da yok ediliyordu...
Öngörülebilir gelecekte böylesi bir uygulamanın ülkemizde gerçekleştirilmesini beklemiyorum... Ancak günün birinde bu karanlık ihanetler, sömürü, insanların soyulması ve insanlara müdahale edilmesi kendi dönüşünü tamamlayacaktır. Bu kaçınılmaz biçimde gerçekleşecektir çünkü Eraklitus’un dediği gibi “değişmeyen tek şey değişimdir...”
Umarım ki geleceğin tarihçileri, tıpkı gelecek kuşaklar gibi, zamanla mesafe avantajına sahip olacaklar ve bilinçli olarak gücünü kötüye kullanmış olan, ihanet etmiş olan, bölmüş olan, suç işlemiş, aşağılamaya yol açmış ve genel olarak ülkemize zarar vermiş olan tüm ilgililerin anısını mahkum edeceklerdir.
Bu tüm suçlu olanlar için yapılmalıdır, Romalılar’da olduğu gibi sadece devlet yetkilileri için değil... Bunlarla ilgili tüm sokak isimleri, heykeller, diğer raporlar, avantajlar, ünvanlar, sözleşmeler iptal edilmeli, kaldırılmalıdır. Damnatio Memoriae yani Hatırlamanın Mahkumiyeti’nin yanısıra bu bireylerin isimleri kent merkezlerine konacak sütunların üstüne yazılmalıdır. Ve isimlerinin yanına da ihanetleri, suçları veya sahtekarlıkları yazılmalıdır ve böylelikle sonsuza dek lanetlenmelidirler... Amin...”
(Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
Savaştan 20 yıl sonra Kosova Üniversitesi, Sırpça öğretmeye başlıyor...
Serbeze Hakhiyaj
*** 1999 yılında savaşın sona ermesinden bu yana ilk kez Kosova’da Priştine Üniversitesi’nde Arnavutça’nın yanısıra Sırpça da öğretilmeye başlandı – bu, etnik ayrılıkları azaltmayı hedefleyen yeni bir programın parçası oluyor.
*** Perşembe sabahı öğretim görevlisi Lindita Rugova, Balkanistika’ya hazırlanıyor – bu, Priştine Üniversitesi Filoloji Fakültesi’nin yeni bir programı oluyor.
*** Sırp idaresinden ayrılmak için savaşmış olan Kosovalı Arnavutlar, aradan yirmi sene geçtikten sonra Priştine Üniversitesi’nde – kü Kosova’nın esas devlet üniversitesidir – Balkanistika programının bir parçası olarak Sırpça okuyabilecekler.
*** Filoloji Fakültesi Rektörü de olan Rugova, bu programı dizayn etmek için iki seneden fazla çalışmış – öğrencilere hem Arnavutça, hem de Sırpça öğrenme fırsatı veriliyor, aynı zamanda Balkanlar’ın tarihi de öğretiliyor – böylece dile ilişkin engeller aşılmaya çalışılacak.
“Balkanistika, aslında iki dilli bir program olarak dizayn edilmişti ve içeriği de özgündür... Balkanlar’daki dillerin bilimsel özellikleri değil sadece sözkonusu olan, kütürel, tarihsel ve edebi yönleri de ele alıncak” diye açıklıyor Rugova Balkan Araştırmacı Gazetecilik Ağı BIRN’e...
*** Bu program önemlidir çünkü son onyıllar içerisinde dile ilişkin Kosova’daki ayırım iyice derinleşmiş ve etnisiteler arası düşmanlığın bir yansıması olarak duruyor...
Eski Yugoslavya’da Kosova, Sırbistan’ın bir parçasıyken Arnavut dili resmi belgelerde ve iletişimde, o dönemde Sırpça-Hırvatça’nın yanısıra kullanılmaktaydı. Bu durum 1989 yılında sona ermişti çünkü Miloseviç hükümeti Kosova’nın otonom statüsünü feshetmişti.
*** O noktadan sonra Sırpça-Hırvatça, tek resmi dil idi, etnik Arnavutlar, Kosova nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor olsa dahi... Üniversiteler ve orta dereceli okullar da etnik Arnavutlar için kapanmıştı, böylece kendi paralel eğitim sistemlerini kurmuşlardı ve bu okullarda Sırpça-Hırvatça öğretilmiyordu... 1998-99 savaşında Miloseviç Kosova’daki denetimi kaybedinceye kadar bu durum böylece devam etmişti.
*** Tüm bu gelişmeler dile ilişkin ayırımı genişletmiş ve savaş sona erinceye kadar bu devam etmişti. Günümüzde Sırbistan Kosova’da Sırplar’ın çoğunlukta olduğu bölgelerde hala denetimi elinde tutuyor ve bu okullarda Sırbistan devletindeki müfredat uygulanıyor – bu müfredatta ise Arnavutça öğrenimi yok... Bu arada etnik Arnavut öğrencilere de Sırpça öğretilmiyor.
*** “Geçmiş hala ağır bir etki yaratıyor ve gerginliklerin azaltılması uzun zaman alacaktır... Benim aile tarihime bakacak olursak, onlar Yugoslav rejiminin kovuşturmasından ötürü acı çektiler, hala geçmişin acıları orada duruyor... Ancak bu bölücü çizgiler yavaş yavaş solup gidecektir” diyor Rugova.
*** İki yıldan bu yana Boyan Stamenkoviç Sırplar’a Arnavut dilini öğretiyor, Kameniça kenti Kosova’nın doğusunda karma bir kent ve Boyan Stamenkoviç de orada belediye başkan yardımcısı olarak çalışıyor. Şimdilerde Priştine Üniversitesi’nde Balkanistika programına katılacak 11 öğrenci arasında Stamenkoviç, tek Sırp... “Birbirimizin dilini öğrenmek, Arnavutlar’la Sırplar’ın birbirlerine yakınlaşmasına yardım edecektir” diye konuşuyor BIRN’e...
*** Programın pratik uygulamaları da var. Dil Komiseri Ofisi, Kosova’da dile ilişkin konularla ilgileniyor ve bu programın profesyonel çevirmenlere yönelik acil ihtiyaçları da karşılayabileceğini düşünüyor... Dil Komiseri Ofisi iletişim koordinatörü Arta Pllana, “Çevirmenler konusunda daimi bir kriz içindeyiz... Bu programı başlatmak için Filoloji Fakültesi’yle birlikte çok çalıştık ve çevirmenlerle ilgili çok büyük açığı daraltabileceğimize inanıyoruz” diyor... “Otuz yıllık siyasi ve etnik ayırımlar, savaş ve genç kuşaklarda meydana gelen dramatik değişiklilerle, pek azı artık Sırpça konuşabiliyor ve böylesi bir kriz ortaya çıkmış bulunuyor” diye izah ediyor.
*** Planna’ya göre, bu programın ilk iki yılında öğrenciler Sırpça çeviri yapabilecek düzeye gelebilecekler... 2001 yılından bu yana Arnavutça ve Sırpça, Kosova’nın resmi dilleridir, Türkçe ve ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan farklı toplumların dilleri de belirli belediyelerde resmi olarak kullanılıyor.
*** Ancak Dil Komiseri Ofisi, bu dillerin eşit biçimde Kosova’da resmi olarak kullanılması için daha çok yol alınması gerektiği hakkında uyarı yapan bir rapor yayımlamış... Planna, “Gerek yasa tasarılarına, gerekse geçirilmiş olan yasalara ilişkin belgelerin çevirisinin hem merkezi, hem yerel düzeyde hiç de tatminkar olmadığını gözlemledik” diyor.
*** Stamenkoviç de “Kurumlar tarafından sağlanan Sırpça çevirilerin kalitesinin” tatminkar düzeyde olmadığını anımsatıyor. Ancak yeni programın sunacaklarıyla ilgili olarak da iyimserliğini koruyor... “Komşunuzun dilini öğrenmekle, toplumlar arasındaki boşluklar doldurulabilir” diyor. “Ve dil engellerini aşmakla da toplumda ve yeniden uzlaşmada güçlü bir temel yaratacağız” diye konuşuyor...
*** Öğrencilerden bir diğeri olan Armend Gekay da iyimserliğini ifade ediyor... “Eski yugoslavya’da, özellikle de Kosova ve Sırbistan arasındaki kanlı savaşlara ve aralarındaki gerginliklere karşın, bu program Arnavutlar’la Sırplar’ı birbirine yakınlaştırıyor” diye konuşuyor.
https://balkaninsight.com/2021/10/26/kosovo-university-teaches-serbian-again-two-decades-after-war/
(BIRN’de 26.10.2021’de Serbeze Hahiyaj imzasıyla yayımlanan yazıyı derleyip özetle Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
Lindita Rugova
“Yetimlerin iştahı ve İğnenin Deliği Bey...”
Alin Ozinian (KRONOS)
Üzümün bu kadar eski ve köklü olduğu bu topraklarda, yedikleri üzümlerin hesaplandığı, yedikleri üzüm için cezalandırılan yetimler olmuş olduğu gerçeği hayatın karanlık yanı, kötü yüzü...
Bağbozumunun üzerinden haftalar geçti. Ekim’in sonuna geldiğimiz bu günlerde salkımlar raflarda yavaş yavaş azalmaya başlar, üzümün “bitiyor” olması başlı başına hüzünlü olsa da bana Sovyet Ermenistan’ın ünlü yazarlarından Nairi Zaryan’ın otobiyografisindeki bir anıyı hatırlattığından daha acıtıcı olur.
1958’de yayınlanan kitabının 39 bölümü olan “Yetimlerin İştahı ve İğnenin Deliği Bey’de” çocukluğunu geçirdiği Yerevan’daki yetimhaneyi ve bağlarda çocuk işçi olarak çalıştıkları yılları anlatır.
“İğnenin deliği” bey yetim emeğini ucuza satarken, Samson ağa yetim emeğini ucuza alır. Bu acımasız ve kirli anlaşmanın mağduru çocuklar 1918-1920 yılları arasında çalıştıkları bağlarda karın tokluğuna ve üç kuruşa çalışır.
Yetimhanede çoğu zaman yemek bulamayan çocuklar, bağa girince kendilerini kaybeder.
Aralarından biri açlığını bastırmak için yediği çok miktardaki üzümden fenalık geçirince, “İğnenin deliği” bey yetimlere kısıtlama getirir. Bağa giren oğlanlar iş başında tartılır, paydosta yeniden tartıldıklarında ne kadar üzüm yemiş oldukları böylece tespit edilecektir. Tartılma sonrası “farkı” 1-2 kg’yu geçen cezalandırılacaktır.
Kısıtlama sağlık konusuna bağlansa da amaç yetimlerin boğazına giren üzümü hesaplamaktır. Oğlanlar bunu çok iyi anlar ama mücadeleyi elden bırakmazlar. Onlara bu konuda yardım eden bir de bekçileri “Arzuman dayi” vardır. Kitapta “dayi” der, ben tercüme etmiyorum.
“Arzuman dayi” çocukları olduklarından biraz fazla tartarak, daha çok üzüm yemelerini sağlar.
Lakin yetimler arasında biri “Arzuman dayinin” pozitif ayrımcılığı ile yetinmez. Bağa girerken ceplerini taşlar ile doldurur, böylece doldurduğu taşlar kadar fazla üzüm yiyebilir.
Bu ceplere taş doldurma işi hızla diğer çocuklar arasında hızla kabul görür ve yaygınlaşır. Herkes ceplerine taş doldurup bağa gider ama foyaları kısa sürede anlaşılır. Kıyamet kopar!
Çocukların “hırsızlığı arsızlığı” değil, onları buna iten koşulları sorgular insanlar, bunun üzerine bağların sahibi Samson ağa “yüce gönüllük” yapar ve “İğnenin deliği” beye “Tamam artık tartma, gönülerince yesinler!” der…
“Üzüm toplamak için sadece 2 günümüz kalmıştı Samson ağa sınırımızı kaldırdığında…” diye bitirir Zaryan.
Yetimlerden esirgenen üzümler, Zaryan’ı okuduğum ilk günden bu yana canımı çok acıtmıştır. Her üzüm gördüğümde, her üzüm yediğimde bu anıyı hatırlarım. Soykırımdan, Osmanlı coğrafyasından kaçan çocukların Ermenistan’da da yaşadıkları haksızlıklar, üzerinden 100 yıl geçse de, hatırlanmayı hak ediyor.
Nairi Zaryan, 1901 yılında, Van’a 35 km uzaklıktaki Ğaragonis (Karagündüz) köyünde doğdu. 1915’de kız kardeşini ile Doğu Ermenistan’a kaçış yolunda kaybeden Zaryan, Yerevan ve Dilijan’daki yetimhanelerde büyüdü.
Edebiyat’a olan yeteneği ve ilgisi kısa zamanda tanınmasına vesile oldu. Ermenistan Sovyet Yazarları Birliği başkanı olduktan sonra, siyaset ile de ilgilendi, milletvekili oldu. Yazmayı bırakmadı, SSCB’de bir çok ödül ve madalya aldı.
Üzüm gerçekten Ermenistan için Ermenilerin için çok özel. Halk, yurtları Ermenistan’ın bağcılık ve şarap yapımının beşiği olduğunu düşünüyor.
Dünyada şarabın icadı hakkında birçok ilgi çekici ve güzel efsane var, ancak en eskisi Büyük Nuh’unki.
Efsaneye göre insanoğlunun şarabın tadını keşfetmesi, Nuh’un tufandan sonra Ağrı Dağı eteklerine ilk asmayı dikmesiyle ile başlamış. Nuh’un şarap yapmaya başlaması, yabani üzümleri yiyen bir keçinin sarhoş olması sonucu diğer hayvanları ezmeye başlamasıyla ortaya çıkmış.
Daha sonra Nuh, Ağrı Dağı’nın eteklerine üzüm dikmiş ve meyvelerinden şarap elde etmiş. Şarap o kadar lezzetli imiş ki, “içip sarhoş olmanın” cazibesine karşı koyamamış.
Ermeniler Hristiyanlık öncesi, pagan dönemlerinden beri şarap üretiyor, şarap onlar için bir gelenek. Vahşi üzümleri “evcilleştirmekle” övünüyorlar.
Ermenistan’da 3000-6000 yaşında şarap mahzenlerinin, dünyadaki 7000 çeşit üzümden 2000’nin bu topraklarda bulunması bu geleneğim hem sebebi hem sonucu.
Arkeologların, yaklaşık 37 bin ton şarabın saklanabileceği Karmir Blur (Teishebayn) kalesinde 480 kavanozlu bir şarap mahzeni keşfi, şarabın Ermeni tarihindeki yerini anlamak için önemli.
2800 yaşını aşkın Erebuni’deki yapılan kazılar sırasında, içinde 200 şarap kavanozu bulunan 10 şarap mahzeninin bulunurken, Herodot, Ksenophon ve Strabon’un yaklaşık 2,5 bin yıl önce Ermenistan’dan diğer ülkelere yüksek kaliteli şarapların ihraç edildiğine tanıklık ediyor.
Üzümün bu kadar eski ve köklü olduğu bu topraklarda, yedikleri üzümlerin hesaplandığı, yedikleri üzüm için cezalandırılan yetimler olmuş olduğu gerçeği hayatın karanlık yanı, kötü yüzü…
(KRONOS - Alin Ozinian – 17.10.2021)