Dans la Maison – Evde Gündelik hayatların gizemli çekiciliği

Dans la Maison – Evde Gündelik hayatların gizemli çekiciliği



Haydar Dolmaci
haydardolmaci@yahoo.com

Yönetmen: François Ozon
Senaryo: Juan Mayorga, François Ozon
Oyuncular: Fabrice Luchini, Ernst Umhauer, Kristin Scott Thomas

“Tuhaf hissediyorum ve birden aklıma şu geliyor. Fırtınalı gecelerde bütün çocuklar en az bir kez rüya görür. Anne ve babamızın arasına kıvrılır yatarız.
Devam edecek...”

Her şey, sınıf öğretmeni Germain’in yazarlık yeteneklerini açığa çıkarmak amacıyla öğrencilerine spontane öyküler yazmalarını istemesiyle başlıyor. Almış olduğu birçok sıradan karalama arasından Claude’un yazdıklarını fark etmekte gecikmiyor. Claude, öğretmenine, en yakın arkadaşım dediği Rapha’nın evinde bulunduğu zamanlara dair anıları parça parça notlar halinde teslim ediyor. Dizi film bölümlerini andıran bu taslaklar Germain’i yoğun duygusal içeriğiyle heyecanlandırıyor. Peki kaliteli bir kumaşa sahip olacağı öngörülen bu dokümanların yaratıcısı, öykünün altyapısını oluştururken müdahil olduğu dünyanın içerisinde temas kurduğu hayatlara karşı etik yaklaşabiliyor mudur?
Fransız sinemasının son yıllarda dünyaya armağan ettiği en iyi yönetmen olduğu üzerine hemen herkesin fikir birliğine vardığı François Ozon’un izleme imkanı bulduğumuz                 -şimdilik- son filmi “Dans la Maison – Evde”, aynı zamanda yönetmenin de son zamanlardaki en iyi işi. Polisiye bir hikaye okuyormuş hissiyatını, sinemasının alametifarikası sayılan karakterler arasındaki çatışmayla destekleyen yönetmen, oyunbaz bir yapı kurarak seyircisine geniş alanlar açıyor. Ozon, izleyicisini ciddiye aldığını filminin her anında duyumsatıyor. Böylece bizleri seyir zevki yüksek bir deneyim karşılıyor.
Auteur yönetmenler sınıfına dahil edilmesinde kimsenin bir sakınca görmeyeceği Ozon, adını andığımız filmiyle de olgunluk dönemi eserini vermiş oluyor böylece. Yönetmen, kahramanlarını asla yargılamaz ve hayatın ince buz tabakası üzerindeki deneyimlerine davet eder izleyeni. Dans la Maison da, yönetmenin auteur sıfatına uygun şekilde belirgin temalar içerir. Önceki filmlerinde var olan çatışmalardan kaynaklanan dinamizm Dans la Maison’un da iskeletini oluşturur aynı zamanda. Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları’ında (2000), karakterler film boyunca çatışırlar. Keza Havuz (2003) filminin izleyeni diken üstünde tutan unsuru da budur. 8 Kadın (2002), tüm bireylerini birbirlerine karşı güvensiz bir ortamın içine sokar ve şüphe duygusuyla çatışmayı tırmandırır. Dans la Maison da öğrencisinin ne kadar ileri gidebileceğini tahmin edemeyen öğretmenin hem kendisiyle hem de çevresiyle büyüttüğü uyumsuzluğu gözler önüne serer. Buradan hareketle insan ruhunun derinlerinde yatan “gözetleme açlığına” ilişkin tezlerini de görselleştirir yönetmen. Dans la Maison’un karakterleri bu açlığı hayatlarındaki tekdüzeliği bertaraf etmek amacıyla gidermeye çalışırlar. Yaşamları sıkıcı ve tekdüzedir. Bu durumdan kurtulmanın belirgin bir yolu sıradan hayatlara kurgusal fantazyalar yükleyerek rutin zaman akışlarını tersine çevirmektir onlar için. Filmin finalini içeren sekans da bunu açıkça ortaya koyar. Öyküsünü Claude’un yazmış olduğu hikâyeler üzerinden parça parça açan yönetmen, etkileyiciliğini biraz zedeleyen mizahi bir ton yakalasa da akılda kalıcı olmayı başarır.
Kendinden başka yaşamların özeline dahil olmayı arzulayan veya izleme iştahını dindiremeyen karakterler sinema tarihinde bu filmle sınırlı değil kuşkusuz. Ne kadar ilgi çekici bir konu olduğu göz önüne alındığında yedinci sanatın ustalarının da bu olguya kayıtsız kalamadıklarını fark ediyoruz. Şüphesiz akla gelen ilk örnek efsanevi yönetmen Alfred Hitchcock olur. En bilinen filmlerinden biri olan Rear Window’da James Stewart, bacağı kırıldığı için tüm gününü dairesinde geçirmek zorunda kalır. Böylece karşı dairelerdeki hayatları inceleme imkânına kavuşur. Peter Weir The Truman Show’da, bunu bilmese de hayatı bir televizyon şovundan ibaret Jim Carrey’nin (1998) hayatını irdeler. Medyanın bahsettiğimiz “açlığı” sömüren yapısını da gözler önüne sererek. Truman’ın ne yapacağını öğrenmek için sabırsızlanan şovun takipçileri tüm işlerini bir kenara bırakıp ekranın başından ayrılamazlar bir türlü.
F.F. Coppola’nın müthiş filmi The Conversation (1974) izleme-izlenme dinamiklerini harmanlar. Filmde paranoya hissiyatı hiç azalmaz, gözlemlemek neredeyse bir kabusa dönüşür. Rob Reiner’in Stephen King’in eserinden uyarlamış olduğu Misery’de hayranı olduğu yazarın hayatını geriye dönülemeyecek şekilde değiştiren Kathy Bates’i izleriz. Bates, J. Caan’ın canlandırdığı yazarın hayalinde tasarlamış olduğu konsepte uymadığını fark edince onu kendi istekleri doğrultusunda değiştirmeye çalışır. A. Amenábar ise Tez (1996) filminde kendi tezini sunar. Üniversite öğrencisi Angela, snuff filmlerin ardında yatan gerçeği çözümlemek istese de merak duygusu nedeniyle rahatsız edici olayların akıntısına kapılır. Buna benzer daha birçok örnekle de genişletilebilir liste. Tüm bu filmlerde kendi hayatlarımızdan da izler buluruz. Toplumda tanınmış isimlerin hayatlarını deşifre eden bilgiler her zaman cazip gelir. Bir kazaya tanık olmak, ayrıntıları öğrenme ihtiyacını kamçılar. Biri Bizi Gözetliyor formatlı içi boş yapımların izlenme oranları, insanın dizginleyemediği doğası nedeniyle her zaman yüksektir. Toplumun, hayatları domine eden TV dizileriyle kurduğu bağın sağlamlığının bu konuyla ilişkilendirilmesi de yanlış bir değerlendirme olmaz bu açıdan.
Sanat, hayatı taklit etmez belki ama onu dönüştürür ve bize gerçekleri fark edeceğimiz aynalar tutar. Ozon’un eseri de sıkıcı Hollywood filmlerinden sıyrılıp zihin açıcı tercihler yapmak isteyenler için, doğaüstü özelliklere sahip bir yedinci sanat aynası. Ayrıca son aylarda karşımıza çıkan en başarılı film.

Dergiler Haberleri