Ulus IRKAD
Geçen hafta ailesini Baf’tan tanıdığım ve Güney Kıbrıs’ta (Kıbrıs Cumhuriyeti’nde) Öğretim Görevlisi olan Düriye Gökçebağ Hanımefendi arkadaşımız beni arayarak Güney’e, Yunanistan’dan gazeteci ve televizyoncuların geldiğini, benimle ropörtaj yapmak istediklerini söyleyince, birkaç defa değişen yer konusunda Lokmacı Barikatı’nda Faneromeni Kilisesi yakınlarında bir kafeteryada buluşma kararını verdik. Söyleşi gerçekleşmeden önce Mağusa’dan otobüsle Lefkoşa’ya birkaç saat öncesinden vararak bir süremi de Kuzey’de bilhassa Işık Kitabevi’nde harcayarak kalan kısa sürede de Lokmacı Barikatı’ndan geçtim. Sevgili Düriye beni arayarak yeri tarif etti ve oraya vardım. Sevgili Düriye ve gazeteciler beni beklemekteydiler. Benden önce de Zehra Cengiz ile kısa bir söyleşi yaptılar ve daha sonra benimle söyleşiye başladılar. 15 Temmuz 1974 ve 20 Temmuz 1974 olaylarını araştırıyorlardı.
15 TEMMUZ DARBESİ SIRASINDA BAF
İlk soruları 15 Temmuz Darbesi’ni nasıl duyduğum konusundaydı. O gün, her gün gibi kalkıp öğleyin de denize gidip eğlenme hazırlığı yaparken, evimizin önünden altı tane telaş içinde turist İngiliz kızının geçtiğini görüp, kardeşim Hamza’ya bu kızlarla tanışmamız teklifini yaparak, aslında izlerini kaybettiğimiz bu kızları bulmak yerine, 1964 yılında Kıbrıslı Türklerin kontrolünde olup Kıbrıslırumların kontrolüne geçen meşhur Baf Bandabuliyosu'na daldık ama hava rutin gördüğümüz gibi değildi. Çarşıda bulunan herkes müşteriler dahil telaş ve korkuyla Bandabuliyo’yu terketmeye başlamıştı. Bu sırada da Rum Radyosu Yunanca Marşlar çalmaya başlamış ve arada sırada da konuşmalar yapılıyordu. Olumsuz olan olayların olduğuna karar verdik ve geriye dönerken Mücahitlerin de artık mevzilere doluştuğunu, bizim tarafta da alarm verildiğini anladık. Eve gittiğimizde anneme radyoyu açmasını ve bildirilerin olduğunu söyledim. Annemiz Makarios’a darbe olduğunu ve öldürüldüğünün söylendiğini bizlere bildirdi. Evden çıkıp Mutallo’ya gittiğimde bizim tarafta da bu olayın konuşulduğunu gördüm. Bizde de bir heyecan ve telaş başlamıştı. Geriye eve gittiğimde Mücahitlerin bizim evi, sırf sınırda olduğu için karakol olarak kullanmaya başladıklarını, bizim yatak odalarımızdan açtıkları deliklerden diğer mevzilere geçtiklerini gördüm. Durum ciddiydi. Ertesi gün benim de mevziye çağrılma durumum ortaya çıktı.
YUNAN GAZETECİLERİN SORDUKLARI İLGİNÇ SORULAR VE BENİM ONLARA YANITLARIM
Sorulan ikinci bir sorudan sonra gazeteciler ve televizyonculara Yunan ve Kıbrıslırum kamuoylarının bilmesi gereken bazı detayların olduğunu belirttim.
DARBEDEN İKİ HAFTA ÖNCE TC BAŞBAKANI SAYIN ECEVİT’İN DR İHSAN ALİ’YE GELEN GİZLİ MEKTUBUNU NASIL İLETTİM
1-Darbeden iki hafta önce Başbakan Ecevit tarafından bir Baflı sempatizanı üniversiteli öğrenci tarafından, Dr. İhsan Ali’ye gönderilen bir mektubun gizlice Dr. ihsan Ali’ye iletilmesinin yardımcısı oldum. Baf’tan bir sene sonra ayrılırken, Sayın Dr. İhsan Ali’ye veda edeceğimde, kendisine bu mektubun muhtevasını sordum ve bana mektupta “Ecevit’in Dr. İhsan Ali’ye iki hafta sonra Makarios’a karşı bir darbe olacağını ve Makarios’un tedbir alması gerektiğini yazdığını ama Makarios’un kendisini dinlemediğini” bana söyledi.
MAKARİOS BAF’TA
2- Yunan Ordusu darbe yaptıktan sonra Makarios, kılık değiştirerek, sarayının gizli koridorlarından kaçarak Baf’a sığındı ve aynı gün Baf’tan korsan Hloreka Radyosu’ndan “İme Magarios-ime zondanos, Eğo eninekros-ime zondanos” diye anonslar yapmaya başladığını, fakat ne yazık ki bu sırada 17 Temmuz 1974 tarihinde önce Limassol’u daha sonra da Baf’ı düşüren Yunan Cuntası’nın Hloreka Radyosu’nun bulunduğu ve Makarios’un konuşma yapmakta olduğu Radyo’ya saldırdığını, bu sırada Baf Sancaktarı Cengizhan Özoğul, Dr İhsan Ali ve Sayın Ecevit koordinasyonuyla bir İngiliz helikopterinin de yardımıyla Makarios’un ordan kurtarıldığını ve Sancaktarımız Binbaşı Sayın Cengizhan Özoğul’un emriyle Makarios’u alan İngiliz Helikopteri’nin Makarios’u bizim mevzilerimiz ve de Baf Tük Bölgesi üzerinden uçarak kurtardığımızı, Sancaktarımızın da helikoptere selam vermemizi istediğini de naklettim. Makarios’u, ikinci defa Yunan Cuntası’ndan bu defa da biz kurtarmıştık.
MAVRALİ’DE ÇARPIŞMA
3-Darbe sırasında 20 Temmuz 1974 günü tarafımızdan tekrar alınan ama 1964 yılında Kıbrıslı Türk mücahilerin kontrolünden çıkıp içinde 9 mücahidin 9 Mart günü öldürüldüğü, Mavrali Bölgesi’nde o günden beri nöbet tutan iki Makarioscu Kıbrıslırum polisine gene Sancaktarımızın emriyle, Aygün Süleyman (Amigo) ve Arif Ruso (Daha sonra aynı bölgede şehit olacaktı) adlı iki Baflı mücahidimiz su ve yiyecek götümekteydi ve bu yardım 20 Temmuz 1974 gününe kadar devam etmişti. Aynı gün içinde benim olduğum çocuklardan kurulu bir grup birlikle Mavrali’ye girerek polisleri esir almış ama gene Sancaktarımızın emriyle onlara nazik davranmış hatta korkmamaları telkin edilelerek onları BM askerlerine vermiştik.
BAF BÖLGESİ’Nİ SAVUNAN KÜÇÜK ÇOCUKLAR
4-Baf Türk Bölgesi’nde ancak 2000’e yakın insan vardı. 200 mücahide ek olarak yaşları 12-17 arasında değişen çocuklar da askere alınmış ve mücahit birliği sağlamlaştırılmıştı. Savaş sırasında Yunanistan’ın L172 gemisi Baf’a önce çıkarma yapmış, sonra da üzerine Türk Bayrağı çekerek tam 21 saat, yaklaşık iki gün bize ateş kusmuş, hem karadan hem de denizden mevzilerimizden kafalarımızı çıkaramaz duruma gelmiş ve bizden en az iki kilometre uzakta olan gemiye de çocuklar sten ve tomsonlarla kendilerini savunmuşlardı. Ne yazık ki daha fazla yaşlı kesimler mevzilerde kalmazken, çocuklar Baf’ı 21 Temmuz 1974, saat sabahın onuna kadar savunmuşlardı. Elimizde havan topları yoktu. Aksine saldıran ELDİK, Ethnikis Huras ve EOKA B milislerinin avantajını yazmıyorum. Savaşın sonuna doğru çocuklar olarak cesaretle Baf’ı savunmamıza rağmen fireler verilmeye güçlü ordular karşısında fazla dayanamamaya, hatta küçük çocuklardan da yaralanmlar olmaya başlamıştı. Mevzide bulunan 14 yaşındaki kardeşim Hamza’yı yaralı ve kanlar içinde eve taşıyan babamı gören Sancaktarımız, hümanist duygularla artık teslim olmamız gerektiğine karar vermişti.
BAF SANCAKTARI BARIŞÇIYDI
Sancaktarımız teslim olmayı gerçekleştirmekle derhal ateş-kes olayını yaratmış ve belki de ölecek yüzlerce canı da her iki taraftan önlemişti. Baf’a gelen Türk komutanlar içinde sanırım en hümanistiydi Cengizhan bey ve bana göre kitabımda da yazdığım gibi (1974 Baf Çarpışmaları ve Kocatepe Olayı) bu savaşta yenilen değil esas savaşı kazanan komutandı. Bu arada İkinci Harekat sırasında yedi Baflı Kıbrıslıtürk öldürülmüştü. Ellerinde kendilerini savunacak silahları olmayan insanların öldürülmesi olayını saldıran kesime kendini eleştirmesi olarak bakıyor ve iletiyorum. Bu konuda her yanlış yapan tarafı da eleştiriyorum.
SONUÇ
Yunanlı bir gazetecinin bölünmeye mi yoksa barışa ve insanların barış içinde yaşamalarına mı inandığımı sorması üzerine “insanların esas idealinin birleşme, barış ve çözüm olduğunu, çözüme de, hem Yunanistan, hem Türkiye hem de Kıbrıslı Türk ve Rumlar olarak çoğulcu demokrasi içinde, bir şekilde platformlarda tartışarak en ideal çözüme gidebileceğimizi, kardeşliğin ve birlikteliğin elbette önemli olduğunu” belirttim.
Baf Savaşında ölen tüm insanların, tüm arkadaşlarımızın ve de şehit olanların huzurunda saygı ile eğilir, birkaç sene önce hayata gözlerini kapayan Sayın Cengizhan Özoğul’u da rahmetle anıyorum…
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR BELGESEL BİR FİLM...
“Dargeçit belgeseli, kayıp edilmiş 14 yaşındaki Davut Altınkaynak adlı çocuğun öyküsünü anlatıyor...”
Evrim KEPENEK - Bianet
“Büyümelerine izin verilmemiş, kemikleri ailelerine teslim edilirken bile bir yas sükunetine, saygısına layık görülmemiş çocuklar… Davut, Seyhan, Nedim ya da Mehmet Emin, Yahya, Şirin, Hanife… Birinin hikâyesi hepsinin hikâyesiydi aslında. Dargeçit dosyası bizi Davut’la tanıştırdı ama o bizi filmde sadece Seyhan, Nedim ve hayatta kalabilen Hazni’ye değil, kendisi gibi korkunç kaderi paylaşan başka çocuklara da götürdü.”
Yönetmenliğini Berke Baş’ın, yapımcılığını Enis Köstepen’in üstlendiği “Dargeçit” belgeseli, 43. İstanbul Film Festivali'nde bu yılın en iyi belgeseli olarak seçildi.
Belgesel, Türkiye’de gözaltında kaybedilmeleri ve yakınlarının adalet arayışını Mardin Dargeçit’te 1995’te kaybedilen 14 yaşındaki Davut Altınkaynak üzerinden anlatıyor.
Baba Altınkaynak’ın “Başka fotoğrafı yok” diyerek anlattığı Davut Altınkaynak, işkence ile katledilmeseydi, yani yaşıyor olsaydı bugün nasıl bir insan olacaktı? Hangi spor takımını tutacaktı? Hangi mesleği yapacaktı? Bilemiyoruz…
Bildiğimiz ve tanık olduğumuz tek gerçek Dargeçit ve birçok kayıp davasında, faillerin cezasızlıkla ödüllendirildiği.
Cumartesi Anneleri/İnsanları’ndan duyduğumuz başka bir gerçek de “Kaybedenler kaybetti. Failler yargılansın, kayıpların mezar yeri açıklansın.”
Enis Köstepen ve Berke Beş, "Dargeçit" belgeselinin yolculuğunu bianet’e anlattı:
*** Öncelikle belgeseli çekmek nereden aklınıza geldi?
Enis Köstepen: 2017’nin sonbaharında, ben Hafıza Merkezi’nde Proje ve Kaynak Geliştirme Koordinatörü olarak çalıştığım dönemde, Hafıza Merkezi’nin o dönem failibelli.org sitesi üzerinden takip ettiği davalara dair bir dava izleme toplantısı yapılmıştı.
O toplantıya ben katılmamıştım; fakat katılan avukatlardan, yakınlardan, gazetecilerden, araştırmacılardan bu alanda daha fazla ne yapılması gerektiğine dair istekler toplanmış.
Ailelerin dile getirdiği bir istek de yürüttükleri hukuki mücadelenin görsel bir kaydının olması, bir belgeselin yapılmasıymış.
Benim sinemacı olduğumu da bildiklerinden Hafıza Merkezi’ndeki iş arkadaşlarım bu talebi takiben böyle bir belgeseli kim çekebilir diye sordular. Ben de eskiden beri tanıdığım, "Bağlar"ı (2016) yeni bitirmiş Berke Baş’ın tecrübesinin, çalışma biçiminin ve yaklaşımının böyle bir projeye uygun olacağını düşündüm. Bir gün buluşup ona böyle bir filmin yönetmeni olmak isteyip istemeyeceğini sordum. O da kabul etti. Şunu eklemek gerekir ki ilk başladığımızda belgeselin Dargeçit davasına odaklanacağına karar vermemiştik. O dönem yeni bitmiş ve devam eden davaları çalışmaya ve izlemeye başladık.
*** Belgeselin diline nasıl karar verdiniz? Kendinizi çok az gösterdiğiniz özel bir diliniz var, özel olarak mı bu dili tercih ettiniz?
Berke Baş: Bu dil aslında çekim sırasında doğal olarak ortaya çıktı, kayıp yakınları ve avukatları Erdal Kuzu’yu bu mahkeme sürecinde mümkün olduğunca yakından takip etmeye çalıştık, ama konuya onların izin verdiği ve yönlendirdiği kadar yaklaştık.
Kameranın açık olmadığı, birlikte geçirdiğimiz uzun zamanlar oldu: Adıyaman yolculukları, adliye koridorlarında bekleyişler, kantinde veya çay bahçelerinde geçen saatler… Bir yandan bu yakınlık hissini yansıtırken bir yandan da onların sözlerinin ve deneyimlerinin önüne geçmeyen bir anlatıyı kurmaya çaba gösterdik.
Aslında dikkatle dinleyen, hatta tekrar tekrar dinleyip kayıt tutan bir kamera ve kurgu yaklaşımını görünür kılmak istedik... Kurgumuz da yıllarca sürdü diyebiliriz… Çekim yaparken bir taraftan da bu çok katmanlı, on yıllara yayılan konuyu nasıl bir anlatma yolu bulabiliriz diye kurgu denemeleri yapıyorduk. Dargeçit davasını yakından gözlemleyebildiğimiz, aileler ve avukatları ile daha yakın bir ilişki kurabildiğimiz için 3.5 yılın sonunda diğerlerinden ayrılık kararı vermemiz gerekti. Bu sefer de Türkiye’de zorla kaybedilmeler gerçeğinin boyutlarını, “açık yaranın” büyüklüğünü ve artık sistematikleşen cezasızlık mekanizmasını yeterince yansıtabiliyor muyuz soruları belirdi.
*** Davut’un hikâyesini sizce diğer hikâyelerden ayıranlar neler?
Berke Baş: Ön araştırma yaparken Hafıza Merkezi’nin kayıp yakını derneklerinden, İHD’den derlediği arşivde bazen peş peşe sadece zorla kaybedilen çocukların hikâyeleri karşıma çıkıyordu. Evlatları gözlerinin önünde alınan ve kaybedilen anne babaların anlattıklarını okuyamıyordum, dinleyemiyordum. Kızıltepe dosyasında Mehmet Emin Abak’ın annesinin söylediği “Bir sorun bakalım, benim oğlum nasıl birisidir?” uzun süre kafamda yankılandı.
Yası anlatmak mümkün değil, ama yaşamdan böylesine akıl almaz bir şiddetle koparılmış çocuk ve gençlerin anısına nasıl saygı gösterebiliriz çok düşündüğümüz bir konu oldu. Büyümelerine izin verilmemiş, kemikleri ailelerine teslim edilirken bile bir yas sükunetine, saygısına layık görülmemiş çocuklar… Davut, Seyhan, Nedim ya da Mehmet Emin, Yahya, Şirin, Hanife… Birinin hikâyesi hepsinin hikayesiydi aslında. Dargeçit dosyası bizi Davut’la tanıştırdı ama o bizi filmde sadece Seyhan, Nedim ve hayatta kalabilen Hazni’ye değil, kendisi gibi korkunç kaderi paylaşan başka çocuklara da götürdü.
*** Belgesel sürecinde ne gibi zorluklar yaşadınız?
Enis Köstöpen: Kaç yıl sonra ve nasıl biteceği belli olmayan bir davayı, duruşma salonunda kayıt alamadan takip edeceğiniz bir proje için kaynak aramak oldukça zordu. Uluslararası belgesel sinema fonlarından kaynak bulma çabalarımız umduğumuz sonuçları vermedi. Oldukça rekabetçi hale gelmiş bu kaynaklara erişim oldukça zor.
Tahmin edeceğiniz üzere böyle bir projeye Türkiye’den kaynak yaratmaya çalışmak da pek gerçekçi olmayacaktı. Hafıza Merkezi’nin, insan hakları alanındaki belgeselleri destekleyen Kanada merkezli bir vakıf olan Alter-Cine’nin ve Türkiye’de de Sivil Düşün’ün destekleriyle bu filmi yapabildik.
*** Davut’un tek bir fotoğrafının olması çok etkileyici geldi, siz ne düşünüyorsunuz?
Berke Baş: Yine arşivdeki çalışmam sırasında bir kayıp yakınının şu cümlesine denk gelmiştim: “Benim böyle bir fotoğrafımı çekin, bir gün bu fotoğrafım size lazım olacak" demişti…
Evet, bugün bana o fotoğraf lazım işte. Davut’un ailesinin elinde tek bir fotoğrafı yok ve yıllar sonra bir akrabalarından çıkıyor: Dargeçit'te, 1993’de çekilmiş bir aile fotoğrafı. Ve Altınkaynak ailesine ‘O fotoğraf lazım işte.’ Oradaki yüz büyütülerek, fotokopilerle ve başka başka baskılarla ‘çoğalıyor,’ rengi değişiyor, boyutu değişiyor… Ben ilk olarak tamamen kararmış bir fotokopi sayfasında karşılaştım Davut’un imgesi ile. Günümüzde binlerce fotoğrafı olan bizlere o kadar garip geliyor ki bu… Filmde bu fotoğraf temsiliyetinin gücünü, kayıp yakınları için siyasi ve hukuki mücadelenin ne kadar önemli bir sembolü olduğunu hissettirmeye çalıştık.
*** Belgeselin amacı dünyaya kayıplar mücadelesini duyurmak diye düşünebilir miyiz?
Enis Köstepen: Bunu başarabilirsek ne mutlu bize. Ama şu an filmi dünyada ilk kez İstanbul Film Festivali seyircisi sinemada izledi. Sırada Ankara’da Uçan Süpürge seyircisi var.
Türkiye’de de seyircinin, ailelerin ve avukatların on yıllardır verdiği mücadeleyi görüp, anlayıp onların yanında durmalarını umuyoruz. Bu mücadeleyi bilen ve bu mücadeleye inananların, elinden geldiğince destek olmaya çalışanların sayısının artması, bu belgeselin bu mücadeleyi anlatmak için yeni bir paylaşım alanı açmasını umuyoruz.
Röportajın tümü için link:
https://bianet.org/haber/haksizligin-izinde-dargecit-295724
(BİANET.ORG – Evrim KEPENEK – 25.5.2024)