Geçtiğimiz günlerde Türkiye dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu Kıbrıs Sorununun çözümüne dair üç ayrı senaryodan söz etti: “BM misyonu hızlandırılmalı ve taraflar bir an önce kapsamlı çözüm için bir araya gelmeli. Takvim çerçevesinde bu görüşmeler neticelendirilmeli. Bu doğal kaynaklar da yeni birleşik Kıbrıs’ın olmalı. Türklerin de ortak olduğu yeni devlet bunu kullanmalı. Eğer bu olamıyorsa kısa zamanda ve bu kaynaklara ihtiyaç varsa müzakereler sürerken iki taraf ortak bir komite oluşturmalı ve bu kaynakların pazarlanmasını, çıkarılmasını birlikte yönetmeli. Oluşturulacak kaynak da bir hesapta bloke edilmeli, barış sonrası ve barış süreci için kullanılmalı. Yok bunlar olmuyor da GKRY tüm bu kaynaklar onların tarafında olduğu için ‘Biz sahibiz diyorsa’ zımnen ‘Kuzeye de Kuzey’dekiler sahiptir’ demiş olur ve böyle bir iddia ile davranıyorlar ise iki devletli çözümü de müzakere etmeye hazırız. Öyleyse de gelin oturun iki devleti konuşalım. Sonra bu iki devlet AB’de buluşurlar.”
Davutoğlu, Kıbrıs senaryolarını açıklarken “Ya Taksim Ya Çözüm” sloganını kullanarak Kıbrıslı Rumlara “ya birleşik bir Kıbrıs kurulur ve doğal gaz kaynakları iki toplum tarafından birlikte değerlendirilir, ya da iki ayrı devlet kurulur” demeye getiriyordu. Bu yaklaşımda olumlu sayılabilecek bir boyut yok değil. Bakan bey, Türk tarafının doğal gaz yataklarından yararlanması için çözümün şart olduğunu, Türkiye’nin kuvvet politikası uygulayarak denizin altına inemeyeceğini anlamış görünüyor. Bu bakımdan, birinci tercihini birleşik Kıbrıs’tan yana yapıyor ve de iyi yapıyor… Fakat, çözümden önce “iki tarafın doğal kaynakları birlikte yönetmesi” veya “iki ayrı devlet” fikri senaryoları hiç bir esasa dayanmıyor. Hele, “Ya Taksim Ya Çözüm” sloganı atarak Kıbrıs Sorunun çözümünü “Taksim tehdidi” ile gündeme getirmesi tam bir talihsizlik olmuş. Her şeyden önce, her fırsatta garantör ülke olduğunu hatırlatan Türkiye’nin Taksimden söz etmesinin garantörlük anlaşmasına aykırı olduğunu hatırlatalım. Üç garantör ülkenin garanti ettiği anayasal düzen, Kıbrıs’ın başka bir ülke ile birleşmesini veya bölünmesini yasaklıyor. Hatta, bu yönde faaliyet göstermek veya propaganda yapmak bile yasaktır. Her iki tez de, yani Enosis ve Taksim, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üç garantör ülke ile imzaladığı Garantörlük anlaşmasıyla yasaklandı. 1960’lı yıllarda Kıbrıslı Rumlar anlaşmalara rağmen Enosisi savunmaya devam ettikleri için büyük sorunlar yaşandı. Türk tarafında Taksim hayalleri görenler de durumun kötüleşmesine katkıda bulundu. O dönemde yaşanan etnik çatışma ve statü kavgaları 1974 yılında Enosisin tarihe karışmasıyla noktalandı. 1974 yılından sonra Kıbrıs Rum toplumu Enosis fikrinden iyice uzaklaştı ve Kıbrıslı Türklerle siyasi eşitlik temelinde federal bir devlet çatısı altında yaşamayı ilke olarak kabul etti. Türk tarafı maalesef 2004 yılına kadar kendi önerisi olan federal devlet fikrini ihya etmek için hiç bir girişimde bulunmadı. 2004 Referandumlarında Annan Planına “evet” diyerek ilk ve son defa çözüm iradesi sergileyen Türk tarafının bugün Taksim tezinden söz etmesi, Türk tarafının ayrılıkçı milliyetçi eğilimlerden uzaklaşmadığını gösteriyor. 1950’li yıllarda Kıbrıslı Rumların Enosis tezine karşı geliştirilmiş tepkisel bir tez olan ve Büyük Britanya’nın “böl-yönet” politikaları sayesinde gündem getirilebilen Taksim tezinden bugün “milli” politika olarak söz etmek bütünüyle yersizdir. Kıbrıs ülkesini %18’lik Kıbrıs Türk nüfusu adına bölmeye kalkışmanın hiç bir hukuksal ve siyasal temeli yoktur. Ayrıca, şu da unutulmamalıdır ki, Türkiye’ye garantör ülke sıfatını kazandıran ve 1950’li yılların sonunda gündeme getirilen “guaranteed independence” (garantiye alınmış bağımsızlık) fikri –ki bu fikri Türkiye, NATO ve ABD gündeme getirmişti- Kıbrıslı Rumların bağımsızlığa rağmen Enosise, Türklerin de Taksime yönelmelerini engellemek amacını güdüyordu. Enosisin tarihe karıştığı bir konjonktürde Taksim fikrinden söz etmek, kibirli bir kuvvet politikası kadar, 1974’ten beri zaten Garantörlük anlaşmasını ihlal eden Türkiye’nin Garantörlük anlaşmasını bir kez daha çiğnemesi anlamına geliyor. Umarız, Davutoğlu hukuk yolundan ayrılmadan ve Kıbrıs Rum toplumunu tehdit etmeden gerçekçi bir yaklaşım sergiler ve “iki devletli çözüm” vs. gibi hayalci yaklaşımları bir kenara bırakıp, birinci tercihi olduğunu iddia ettiği federal devlet ekseninde bir çözümün bulunması için çaba harcar. Kıbrıslı Rumların içinden geçtiği bu ağır ekonomik bunalım döneminde Türkiye’den beklenen “tehditkar” bir tutum takınması veya Schadenfreude’ye (başkalarının uğradığı zarar karşısında kötücül bir sevince kapılmak) kapılması değil, iyi niyet jestleriyle çözümün zeminini hazırlamaktır.