Bir zamanların İstinye Tersanesinin kıdemli işçisi dedem Hacı Muzaffer Bey mütedeyyin adamdı. Emekli olduktan sonra kendini tamamen “Ahiret hayatına” vermiş, günlerini camiyle ev arasında, evdeki zamanlarını da “nafile namazları” ve Kuran okumakla doldurmuştu. Muhafazakârlığına kendi ölçülerinde bir sınır koymuştu. “Benim vazifem söylemek, ikazda bulunmaktır, yaparsınız, yapmazsınız kendi bileceğiniz iş” derdi ve Kâfirun Suresinin 6. Ayetini hatırlatırdı: “Lekum dînikum velîye dîn” (Sizin dininiz size, benim dinim bana).
Yaşıyor olsaydı Türkiye’deki milyonlarca muhafazakâr gibi devletin ve toplumun değişiminden, İslamcıların giderek ceberutlaşan dayatmacılığından etkilenip “söylemenin, ikaz etmenin” ötesine geçer, yürürlükteki “ekonomik, kültürel ve siyasi cihadın” gönüllü partizanlarından biri haline gelir miydi bilmiyorum… Özenle şeker kapladığı ve iyi, erdemli, vicdanlı, ahlaklı bir insan olmanın biricik yolunun dinden, dindarlıktan geçtiği düşüncesini, yaşasaydı bugünkü gerçeklikle nasıl örtüştürebileceğinden emin değilim…
Erdoğan’ın “İllet- Zillet ittifakında Kandil’le, Pensilvanya ile kol kola girdiler ve İstanbul’da Büyükşehir Belediye Başkan Adayı bile çıkarmadılar. Bay Temel! Kimlerle ittifaktasın?” dediği Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun, yanında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Necdet Gökçınar da bulunduğu halde Esen’lerde “El insaf! Yalanın bu kadarı! El insaf” deyişini izlerken dedemi düşünüyorum…
Saadet Partisi’nin son videolarından birinde Karamollaoğlu’nun, kendisine “Bay Temel” diyen Erdoğan’a hitaben ellerini iki yanına açıp “Kendisinin inandığı, inandığını iddia ettiği bazı ayet-i kerimeleri hatırlatmakta fayda görüyorum. İnançlı olduğuna inanıyorum. Allah’tan korktuğunu ümit ediyorum. Cenab-ı Hak buyuruyor ki, “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Bir oy daha kaybetmemek adına bu kadar çelişkili, gerçeklerle bağdaşmayan ifadeleri kullanmaya, iftiralara başvurmaya hakikaten ihtiyaç var mı? Kibir ve makam tutkusu, anlaşılan bir hastalık gibi… Onun için ben dua ediyorum… Kardeşim diyerek… Bu kadar mı değişir bir insan yahu?” sözlerini izlerken dedemi düşünüyorum…
“Kabataş’ta belden yukarısı çıplak, deri pantalonlu adamlar benim başörtülü bacıma saldırdılar, üzerine işeyip tartakladılar. Görüntüler elimizde… Hepsi elimizde! Tek tek açıklayacağız” sözünün üzerinden yıllar geçti… Başörtülü bacı sessiz sedasız ortalıktan kayboldu… Ne bir görüntü yayınlanabildi, ne tek bir kişi yargılandı…
“Camilerimize girip içki içtiler, görüntüleri elimizde… Hepsi Elimizde! Tek tek açıklayacağız” sözünün üzerinden yıllar geçti… Camide içki içme görüntüleri asla yayınlanamadı… İçki içildiği iddia edilen Caminin müezzini “Allah’tan korkarım, böyle bir şey görmedim, oldu diyemem” açıklamasını yaptığı için sürüldü, susturuldu…
Son birkaç gündür de “Ezanımıza, kutsalımıza tahammül edemediler, Ezan okunurken ıslıklarla, düdüklerle Ezanı protesto ettiler” sözleri yankılanıyor…
8 Mart Gece Yürüyüşünü düzenleyen ve katılan kadınlar bunun bir yalan ve iftira olduğunu söyleseler de, konuyu gündeme getiren gazeteciler “özür dileriz, böyle bir şey yok” deseler de, sayısız görüntü, yürüyüşleri engellenen kadınların polisi protestoları sırasında ezan okunduğunu ve özel olarak ezanın protesto edilmesi gibi bir durumun yaşanmadığını kanıtlasa da… Toplumun birliğinin, bir aradalığının temellerine bir dinamit lokumu daha yerleştirilmiş oldu…
31 Mart Yerel Seçimlerinin ülke için bir beka meselesi olduğunu söylüyor Erdoğan.
Beka, “kalıcılık, kalıcı olmak” demek… Kullandığı anlamıyla, ülke için, devlet için bir ölüm-kalım meselesi, hayati sonuçları olacak bir durum demek…
Başkanlık rejiminin getirilmesi bir beka meselesiydi Erdoğan için… Genel seçimler de öyle… Şimdi yerel seçimler de bir beka meselesi…
Anlaşılan o ki Erdoğan ve ekibi, ülkenin tüm kurum ve kuruluşlarını, köy muhtarlığından belediye başkanlıklarına, sivil toplum kuruluşlarından tapu kadastro memurluklarına, kamu bankalarından bakanlıklara kadar her şeyi ama her şeyi kendi uhdesinde toplama işlemini bitirene kadar da bitmeyecek bu beka meselesi…
Çoğu insan “beka meselesi” söylemine bıyık altından gülümsese de ben bu beka meselesinin gerçekten güçlü biçimde var olduğunu düşünüyorum artık. Devletin ve milletin birliğinin sembolü olan bir makamın meydan meydan dolaşarak toplumu “biz ve onlar”, “biz ve illet ittifakı” diye ikiye bölmeye çalıştığı bir ülkede fazlasıyla ürkülmesi gereken gerçek bir beka sorunu ortaya çıkar… Hele ki bu; bizim coğrafyamızdaki dini hassasiyetler tırnaklanarak, kanatılarak, üzerine benzin dökülerek yapılıyorsa… “Kutsalımıza, Ezanımıza hakaret edildi” sözleri meydanlarda yankılandığında “durumdan vazife çıkarmaya, cihada hazır kitleler” elleri tetikte beklerken…
Dedem iyi, erdemli, ahlaklı ve vicdanlı olmanın, birliğin ve beraberliğin yolunun dinden, dindarlıktan geçtiğine inanırdı… Bugün yaşıyor olsaydı, ne der, ne düşünür, hangi tarafta yer alırdı acaba?...
***
AVRUPA TÜRKİYE’YE BİR KEZ DAHA HOŞÇAKAL DERKEN…
Avrupa Parlamentosu, müzakerelerin durdurulması yönündeki raporu onayladı ve üye hükümetlere Türkiye’nin AB üyeliği için yürütülen müzakerelerin askıya alınması için çağrı yaptı. Türkiye’de son yıllarda insan hakları ihlalleri, haksız tutuklamalar, hukuksuz uygulamalar görülmemiş ölçüde artarken AP nun bu kararı sürpriz olmadı. AKP Sözcüsü Ömer Çelik bu kararı şiddetle protesto ederek “bu karar Avrupa’nın aşırı sağa, ırkçılığa ve milliyetçiliğe teslim olduğunun göstergesidir” açıklaması yaptı… Ülke içerisinde milliyetçiliğin dozunu sürekli yükselten, kendisi gibi düşünmeyen herkesi terörist, vatan haini ilan eden bir rejimin sözcüsünün bu tepkisinden anlıyoruz ki “sağcılık, milliyetçilik, ırkçılık kötü bir şeydir”… Yoksa “bazı sağcılıklar, bazı milliyetçilikler, bazı ırkçılıklar mı kötü” Türkiye’deki rejim için?...
***
YENİ ZELANDA: DAHA ÇEKİLECEK ÇOK ACI, ÖDENECEK ÇOK BEDEL VAR DEMEK…
Dün, Yeni Zelanda’da ırkçı bir saldırgan grubu eş zamanlı olarak iki camiye saldırıda bulundular. 50 den fazla insanın hayatını kaybettiği bu saldırılar ırkçılığın, milliyetçiliğin, din dahil her türlü fanatizmin, ideolojik körleşmenin, insanlığın tarih ve coğrafya tanımaksızın en büyük laneti olduğunu bir kez daha gösteriyor… En acısı da her ırkçı, milliyetçi saldırıya karşılık kitlelerin biraz daha fazla karşı ırkçılığa, karşı milliyetçiliğe sıkı sıkıya sarılması, nefretin nefreti, vahşetin vahşeti tetiklemesi… Tarih boyunca çok büyük acılar çekti, çok bedeller ödedi insanlık… Buna rağmen dine, milliyetçliğe, ırkçılığa, her türden fanatizme daha sıkı sarılıyorsa… Daha ödeyeceği çok bedel, daha çekeceği çok acı var demektir…
***
TÜRKİYE’DE NE VARSA…
Vaktiyle “Türkiye’de ne varsa, Kıbrıs’ta da o olacak” demişti birileri… Müjde! Oluyor! Neredeyse her ay 1-2 işçi, iş cinayetlerinde hayatını kaybediyor… Sokak ortasında insanlar katlediliyor ve katiller ellerini kollarını sallayarak sıvışabiliyorlar… Hükümetin büyük ortağının PM üyesinin evi basılıp tarumar edilebiliyor, kütüphanesinde bulunan ve her kitapçıdan temin edilebilecek “yasak yayınlar” (!) nedeniyle gözaltına alınabiliyor… İş yerleri, evler kurşunlanabiliyor… Ülkenin Cumhurbaşkanı “nüfusumuzu ben bile bilmiyorum, eğitimde, altyapıda, sağlıkta, sosyal programlarda neye göre planlama yapacağımızı bilmemiz gerek” derken her kafadan bir rakam uçuşuyor: 250! Hayır 300! Yok yok, 350! Yani 350 civarı!... Ve toplum birbirinin gırtlağına yapışıp, birbirinin elini ayağını çekiştirmekten başını kaldırıp olup bitenlere dur diyemiyor… Tıpkı Türkiye’deki gibi… Organize azınlık, birlikte hareket etmeyi beceremeyen çoğunluğun kaderini belirler…