Mustafa Öngün
Kuzey Kıbrıs’ta merkez sol, izolasyonlardan kurtulup değişen dünyaya ayak uydurmamızın hayati önemini en azından söylem boyutunda hep vurgulamıştır. Bu anlamda merkez sol çoğu zaman, olanı bütünüyle muhafaza etmenin (yani en geniş anlamında muhafazakarlığın) karşısında durmuş, değişimi desteklemiştir. Ancak yine hepimizin bildiği gibi, değişen dünyaya ayak uydurmak, değişimi desteklemek, kendi başına bir amaç değildir. Amaç daha iyi bir toplum olabilmek adına var olan düzeni değiştirmektir (var olan düzenin iyi bir düzen olmadığını varsayarak). Amacımızın bu olduğunu unutmadan hareket edersek, değişen dünyanın ne türden bir değişim sürecinden geçtiğini ve bu değişime ayak uydurmanın bizi nasıl daha iyi bir toplum haline getireceğini sürekli olarak sorgulamamız gerektiğini de unutmamamız gerekir. Bu nedenle bu yazıda Avrupa’da son yıllarda gerçekleşen bazı siyasi değişimlere değinip, bu değişimlerin Kıbrıs’ın kuzeyindeki sol yapılanma açısından ne anlam ifade ettiğini aktarmaya çalışacağım.
Avrupa’da son 10 yılda vuku bulan gelişmelere baktığımızda, göze ilk olarak çarpan basit bir gerçeklikle başlamak yerinde olacaktır. Değişen dünya, siyasi anlamda sağa doğru bir değişim göstermektedir. İngiliz İşçi Partisi son seçimleri kaybetmiştir. Alman Sosyal Demokrasi Partisi 2005’ten bu yana Hıristiyan Demokratlardan daha az oy almaktadır. Fransa ve İtalya zaten bir süredir sağ partiler tarafından yönetilmektedir. Kısacası Avrupa Birliği son 10 yıldır, sağ bir anlayışın hakim olduğu siyasi ve ekonomik bir birlik haline gelmiştir. Bu durum Kıbrıs solunun değişen dünyaya ayak uydurma amacından vazgeçmesi anlamına gelmemekle birlikte, solun cevaplaması gereken bir soruya ışık tutmaktadır: Eğer değişen dünya sağa yönelen bir değişimse, değişen dünyayı yakalamak, ya da dünyayla entegre olmak, sol için sağa kaymak anlamına mı gelmektedir? Eğer bu soruya cevabımız hayırsa, Avrupa’daki merkez solun son 5-10 yıldaki düşüşünün sebeplerinin ne olduğuna ve bu sebepleri ortadan kaldırmak için ne gibi fikirler ortaya atıldığına bakmamız gerekir.
Alman Sosyal Demokrasi Partisi genel sekreteri Andrea Nahles Haziran 2011’de yazdığı bir makalede, Avrupa’daki sol merkez partilerin son 10 yıldaki düşüşlerinin başlıca nedenlerinden birinin, giderek azalan aktif katılım olduğunu öne sürüyor (1). Nahles vatandaşların giderek daha az politik tartışmalarla meşgul olduklarını ve siyasi partilere olan aktif katılımın azaldığını vurguluyor. Aynı şekilde birçok sol görüşlü entelektüel, politika üretmenin çoğunluktan kopuk, elit bir düzeye çıktığını ve doğal olarak demokrasiden uzak bir aktivite haline geldiğinin altını çiziyor (2). Kısacası, merkez sol, aktif katılımcılık ve demokratik kitlesel hareket olarak ortaya çıkmış Avrupa sol hareketinin doğasına aykırı bir hal almış durumdadır denilebilir. Avrupa merkez solu üzerinde etkisini artıran bazı kesimler, elitizm ve katılımcılıktan uzak parti yapılarının, sol partilerin son yıllarda yaşadıkları düşüşün temelini oluşturduğunu ve sol partilerin ancak katılımcılık temelinde köklü değişimler yaparak tekrar yükselebileceğini vurguluyorlar.
Elitize olmuş veya katılımcılıktan uzaklaşmış merkez sol tabii ki Avrupa’nın sağa kaymasında yegane neden değildir. Benim bu yazıda meselenin bu boyutunu ön plana çıkarmamın sebebi katılımcılık probleminin Kıbrıs’ın kuzeyindeki sol ile çok yakından ilişkili olduğunu düşünmemdir. Çağımızda politika yapmak, halkın taleplerini öğrenip bu talepleri en iyi şekilde yerine getirme aktivitesi -KKTC de bu duruma dahildir denilebilir- olarak tasavvur edilir hale gelmiştir. Diğer bir deyişle, “politikayı politikacılar yapar, bireyler de kendi hedefleri ve çıkarları ile uyuşan politikacıları, politikalarını yürürlüğe koymak için seçer” anlayışı siyasette hakim olmuştur. Bu anlayışı biraz daha günlük dile ve Kıbrıs’a adapte edersek şunu elde ederiz: “Ben sana oy vereyim, sen de bana iş ver, para ver, güç ver, destek ver.” anlayışı Kuzey Kıbrıs politik arenasını ele geçirmiş durumdadır. “Bugün solun eşitlik, bağımsızlık ve demokrasi ideallerinin önünde duran en büyük engel bu anlayıştır” demek herhalde kimseyi şaşırtmaz.
Bu engeli aşmak toplumun her kesiminden gelecek olan katılımı artıracak projelerin ortaya konması ve dolayısıyla sol partileri sadece politikacıların değil, insanların da partisi yapmak için ciddi çabalar ortaya koymayı gerektirir. Diğer bir deyişle, sol, Kıbrıstürkü'nü ve Kıbrıs’ta yaşayan diğer halkları daha eşit, daha demokratik bir yere taşıyacaksa, bunu belli başlı vaatlerle alacağı oylar ve sonucunda yukardan aşağıya doğru gerçekleştireceği değişimlerle başaramaz. Karar alma yapılarını geniş tabanlı bir katılım mekanizması haline getiremeyen bir sol, ancak bireysel çıkarların tatminini sağlayacak vaatlerle iktidara gelebilir. Bu tip bir iktidar da solun eşitlik ve bağımsızlık ideallerini gerçekleştirmekten çok, geleneksel politika yapma biçiminin bir parçası olur. Yani, ortak değerleri ve idealleri gerçekleştiren bir siyasi iktidar olmak yerine, bireyleri tatmin eden bir iktidar haline gelir. Bireylerin tatminini de ancak Türkiye Cumhuriyeti’ne olan ekonomik ve siyasi bağımlılığı sürdürerek gerçekleştirebilir. Sol, ancak katılımcılığı artırarak alacağı oylarla ve yine katılımcılıkla belirleyeceği değerler ve hedeflerle aşağıdan yukarıya doğru yapılacak değişimlerle bağımsız, demokratik ve eşit bir toplum oluşturabilir.
Avrupa merkez solunda gittikçe etkisi artan bazı kesimler elitize olmuş parti yapısını değiştirmek ve katılımcılık problemini çözmek için ciddi çabalar ortaya koyuyorlar. Ancak, benim görebildiğim kadarıyla, değişen dünyayı yakalamak isteyen, değişimle yatıp, değişimle kalkan sol kesimler bile solun önünde koca bir taş gibi duran katılımcılık problemini göz ardı ediyor ve entegre olmak istediğimiz dünya da bu sorunu çözmek için neler yapıldığına pek de bakmıyor.
Sonuç olarak sol partiler için değişen dünyayı yakalamak ve değişmek şu soruları yanıtlamayı gerektirir: Toplumun çoğunluğunu oluşturan gelir seviyesi düşük aileler, borç batağının içine saplanmış insanlar, işsizler, kadınlar, engelliler, eşcinseller, öğrenciler, göçmenler ve özel sektörde saatlerce çalışan insanlar partilerin karar alma ve hedef belirleme mekanizmalarında ne kadar etkililer? Sol, bu kesimlerden gelebilecek aktif katılımı artırmak için ne gibi projeler ortaya koyuyor? Sol bu insanların ortak değerler ve hedefler oluşturmasında ne kadar etkin bir rol oynuyor? Bu sorulara gerçekçi ve olumlu cevapları olmayan bir sol iktidar, sağın bir başka versiyonu olarak karşımıza çıkacaktır ve değişim ideali de güzel bir slogan olmanın ötesine gitmeyecektir.
(1) Nahles, A. ‘Party Renewal is about Democracy and Participation’. In Social Europe Journal (14/06/2011).
(2) İngiliz İşçi Partisi üzerinde etkisini giderek artıran Lord Maurice Glasman, yine İngiliz İşçi Partisi milletvekili olan John Cruddas, Hollanda İşçi Partisi Danışma Komitesi’nden Rane Cuperus ve daha benzeri birçok kişi, sol partilerin anti-demokratik ve elitizime kayan yapılanmalarının önemli bir sorun olduğunu ve aşılmaması durumunda solun gücünü yitirmeye devam edeceğini ısrarla vurguluyorlar. Özellikle Rane Cuperus’un 22.06.2011 tarihinde Social Europe Journal’da ‘The Party Paradox’ adı altında yayımladığı makale dikkate değerdir.