Bizi biz yapan yürüdüğümüz hayat yolu. Uğruna mücadeleler verilen kimliklerimiz aslında son derece dinamik. Değişiyoruz sürekli hem bireyler hem de toplumlar olarak. On yıl önceki yerde hatta bir yıl, bir ay, bir hafta önceki yerde değiliz.
Bunca değişim karşısında direngen bazı yapılar var. Sistemler her gün kendilerini yeniden üretecek devamlılık mekanizmaları üzerine inşa edilmiş. Dünya ve onun gerçekliği bu kadar hızla değişirken bu direngen yapılarla bir çatışmaya girmek kaçınılmaz.
Yeni bir yıla daha giriyoruz. Değişen takvimdeki rakam mı sadece? Bu sabah uyandığımız dünyanın dünkü dünya olmadığı apaçık.
Değişim bizi ürkütüyor aslında. Yüzlerimizdeki, bedenlerimizdeki değişim, aynada kırışıklıklarını saptamaya başladığımız yüzlerimiz, çevredeki değişim de ürkütüyor. Tanıdık bildiğimiz mekanlara bir sonraki gelişimizde yabancı bir yere gelmiş gibi hissedebiliyoruz.
İnsanlar da değişiyor. Kalbimizde yer açtığımız birilerini aylar sonraki görüşmelerde bile yeniden tanımamız gerekebiliyor.
Değişmeyen tek şey anılar diyeceğim ama onları da farklı açılardan yeniden kurgulayıp yorumlayabiliyoruz. Geçmişte yaşananı yeni bir bilgi eşliğinde başka bir ışıkla görebiliyoruz ya da bakış açımız değiştiği için ona farklı anlamlar katabiliyoruz.
Hayat böylesi bir yolculuk. Aynı yolu defalarca yürüyebilir ve farklı ayrıntıları görebilirsiniz. Yol inceden değişir, sayısız görüntüler arasından siz başkalarına yönelirsiniz. Bir yandan siz de değişmektesinizdir ve içinizdeki müziğe göre başka anlam kazanır mekanlar.
Hayat durağan olsaydı böylesine çekici olmazdı doğrusu. Hep aynı yaşta, aynı mekânda kalsak sıkıntıdan patlardık. Müzedeki bir tablo içinde yaşamak gibi olurdu bu.
Bunca değişime ayak uyduramayıp geçmiş bir yüzyılda yaşar gibi davranan insanların öyküsü oldukça trajik aslında. Bu bir masumiyet arayışı, gizli bir vefa dahi olsa…
Bunca değişimin yarattığı baş dönmesi arasında sığınılacak yerlerden biri de edebiyat. Edebiyat bir duygular ve kavrayışlar müzesi çünkü. Orada kronolojik olanın sığınağı var. Edebiyat yitirdik sandıklarımızı yaşatabileceğimiz bir yer.
Şiire giren teknolojik kelimelere, güncele dair ayrıntılara pek sıcak bakmadığımı yazmıştım daha önce. Bunlar çabucak eskiyor çünkü. Belki de yanlış düşünüyorum bu konuda. Eskiseler de sözcükler müzesinde kalacaklar çünkü.
Ben şiirde çağlar içinde akıp duran o nehrin sesini duymak istiyorum daha çok da… Yüzyıllar önce nasıl hissediliyorsa bugün de öyle hissediliyor olanın… Karlarla kaplı düzlüklerin, yüzümüzü ıslatan yağmurun, yanağımızı okşayan güneşin, bir sarılışın bir öpüşün tadının peşindeyim. Geçmişiyle birlikte yerküreyi kucaklama çabası biraz da bu…
Ben henüz gelmemişken bir dünya, bir hayat vardı ve ben gittikten sonra da devam edecek bu… Şu an apartmanlarla, gökdelenlerle dolu yerler bir zamanlar börtü böcekle paylaşılan, doğanın kendine yer bulduğu yaşam alanlarıydı.
Bir zamanlar insan bugünkü robotumsu yaratığa benzemiyordu. Dil başka bir dil, ilişki başka bir ilişkiydi.
Bunca değişimin ortasında ruhum hala geçmişteki insanın da ruhuysa canımın acıması bundan ötürü olmalı.
Edebiyat beni bu sürekliliğin içinde tuttuğu geçmişi kendinde tutabildiği için böylesine rahatlatıcı belki de. Şu an kötü bir şekilde pazara sürülüyor olsa da iyi edebiyat direnişini sürdürecektir.
Doğan her yeni gün bizim hayatımızdan bir eksiliş kadar bir ilavenin de işareti. İnsanlık nehri gürül gürül akmaya devam ediyor. Aramıza katılan bebekler yepyeni bir geleceğe doğru yürüyorlar. Şu an pek çok şey kötüye doğru gidiyor gibi görülse de kaçınılmaz olarak değişecektir bu.
Penceremden hayatın kargaşasına baktığım bu anda bile ruhum yemyeşil kırlarda, çiçekler arasında koşabiliyor. Biz güzel olması için uğraşsak hayat harika bir şey aslında.