Türkiye’de 14 Mayıs’ta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine Erdoğan’ın mutlaka iktidarda kalma arzusu damgasını vuruyor.
Bu arzu, sadece kararlılık, heves ya da ısrar boyutunda kalıp, demokratik bir rekabeti içermiş olsaydı herhangi bir sorun oluşturmazdı.
Ama iktidar, zaten yıllardır sahnelediği değişim karşıtı bir senaryoya, şimdi de muhalefetin demokrasi talebine her türlü direnişle karşılık vereceğine dair mesajları eklemektedir.
İktidar partisi ve lideri yönetimi kendi tekelinde gören bir anlayışa sahiptir.
Konuya iyimser yaklaşanlar, sonunda aklıselmin galip geleceğine ve seçim sonuçlarına aşırı düzeyde bir müdahalenin yapılmayacağına veya yapılamayacağına ve dolayısıyla sandığın değişimi gerçekleştirmesine izin verileceğine inanmaktadır.
Aslında bu olması gerekeni açıklamaktadır.
Ama muhalefet partilerinin il başkanlığı binalarına yönelen ve şiddet boyutuna varma eğilimi gösteren taciz girişimleri, iktidar partisi ve liderinin iktidarı devretmeye hazır olmadığını gösteriyor.
Her siyasal parti ya da liderin, iktidarını sürdürme arzusunun, siyasetin doğasının bir sonucu olduğu kabul edilse bile, ‘her ne pahasına olursa olsun’ iktidarda kalma talebi, ciddi bir sorunun kaynağını oluşturuyor.
Daha sandıklar kurulup-açılmadan girişilen seçim sonucunu ilan etme çabasını, demokrasi düşüncesiyle uyuşturmak mümkün değildir.
Tüm belirtiler, herşeye rağmen, Türkiye’de demokratikleşme çabasının yeniden engellemelerle karşılaşacağını gösteriyor.
Bu belirtilerin en çarpıcı olanı, seçimle iktidara gelmesine rağmen, kendini devletle özdeş görmeye başlayan bir siyasal partinin ve liderin varlığıdır.
Türkiye’de siyasal kurumlar, AK partinin iktidarını konsolide etmesinin ardından, hızla çoğulcu yapısını kaybetmeye başlamış, devlet neredeyse bir parti ve onun liderinin mutlak denetim alanına dönüşmüştür.
Artık, kamu kuruluşları ve kamu görevlileri, kendi kuruluş yasalarında yer alan kurallara göre değil en tepedeki liderin emirlerine göre hareket etmeye başlamışlardır.
Mesela, bir orman yangını sırasında ormana müdahalenin cumhurbaşkanının talimatıyla yapıldığının açıklanması, sadece devletin kurumsal yapısındaki bozukluğu değil, ama ayni zamanda siyasi liderin sözlerinin de artık yasa yerine geçtiği bir durumu ifade etmektedir.
Parti ya da siyasal liderin devletle özdeşleştiği durumlarda siyasal değişimin ve demokratikleşmenin önü kapatılmaktadır.
Elbette halkın istemi, bu yolun açılmasını sağlayabilir.
Ama başka demokratikleşme çabalarında da görüldüğü gibi parti/lider ile devlet özdeşleşmesinin konsolide olduğu durumlarda, değişimin bedeli de ‘oldukça pahalı’dır.
Bugün Türkiye’de parti/lider tahakkümü sadece yürütmenin doğrudan denetimi altında bulunan sivil bürokrasi ve güvenlik kurumlarıyla sınırlı değildir.
Devletin üçüncü ayağı olan yargı organını ve dördüncü güç olarak tanımlanan basını da büyük oranda tahakkümü altına alan bir siyasal liderin rekabetçi bir seçim ortamını özümseyip kabul etmesi beklenemez.
Türkiye, yönetenlerinin marifetleri nedeniyle, bugün muhalefetin varlığına dahi tahammül gösterilmeyen bir ülke durumuna düşürülmüştür.
Muhalefeti, iktidara talip olan bir güç ya da müstakbel iktidar olarak görmek demokratik bir tutumdur.
Zaten böyle bir anlayış/kültür olmaksızın demokrasi mümkün değildir.
Ama bugün Türkiye muhalefetine, ülkeyi yönetenler tarafından verilen statü ‘hainlik’ suçlamalarıyla şekillendirilmektedir.
Hainlik suçlaması eşliğinde sürdürülen ‘yönetimin muhalefete teslim edilemeyeceği’ söylemi sadece bir ikdidar hevesi olarak algılanamaz.
Resmi açıklamalara göre, ellibinden fazla insanın hayatını kaybettiği, tüm halkın günlerce acıyla sarsıldığı deprem sırasında ve sonrasında bile iktidar, muhalefetin varlığını aklına getirememiştir.
Halbuki, demokratik anlayış ve demokrasiye bağlılık böyle bir durumda muhalefetin bilgilendirilmesi, görüşlerinin alınması ve olağanüstü bir durumun gerektirdiği ölçüde yönetime katılımının sağlanması gerekliydi.
Bu gerekliliğin en temel nedeni ise, muhalefetin ‘müstakbel yöneten’ olmasıdır.
Muhalefetin bu statüsünün reddedilmesi, sadece çoğulculuğun hazmedilmemesi anlamına gelmiyor. Bunun ötesindeki görünen şey ise, yönetenlerin, seçimlere rağmen iktidarı devretme isteklerinin olmamasıdır.
Türkiye’yi yönetenlerin, bölgesel ve uluslararası alanda içine düştüğü yalnızlıktan kurtulmaya çalışırken attıkları bir dizi normalleşme adımına rağmen, benzer bir normalleşme sürecini içeride öngörmemesi, yani muhalafetin varlığına tahammül göstermekten kaçınması yukarıdaki kanaati güçlendiriyor.
Türkiye’de iktidar herhangi bir liberalleşme eğilimi göstermiyor.
Bu da, sandığın gücüne rağmen değişimin önünde, değişimin maliyetini artırmakta olan ciddi engellerin var olduğu anlamana gelmektedir.