‘Değişim’i Edebiyatla Karşılamak

Hakkı Yücel: ‘Değişim’, hayatın makro konularından her alana yayılmış sıradan mikro olaylarına varıncaya kadar, olanları anlamaya yönelik olarak sürekli kullandığımız, bir bakıma günümüzün sihirli sözcüğü... İşin sırrını çözmek istedin mi R

Hakkı Yücel

                                                                                     yucelh@kibrisonline.com

 

 

 

‘Değişim’, hayatın makro konularından her alana yayılmış sıradan mikro olaylarına varıncaya kadar, olanları anlamaya yönelik olarak sürekli kullandığımız, bir bakıma günümüzün sihirli sözcüğü... İşin sırrını çözmek istedin mi ‘değişim’ hemencecik yetişiyor imdada... Şu cümleyi ne sık duyuyoruz örneğin: “Değişmeyen tek şey değişim’dir.” Duyuyoruz duymasına da burada bir tuhaflık yok mu; yani diyorum, ‘değişim’i ‘değişmemek’ fiili üzerinden açıklamaya çalışmak, ona, işaret ettiğinin tam aksine bir ‘değişmemezlik-durağanlık’ hali yüklemiyor mu? Hani “anlam furyası anlam karmaşasına yol açar” derler ya, her şeyin gerekçesi olarak kullanılan ‘değişim’in başına gelen galiba biraz da bu… Her isteyenin istediği anlamı istediği gibi yüklemeye çalışması ‘değişim’e, tam da böyle bir şey sanki... Üstelik bu kadar da değil… Bir de ‘fetişizm’ zırhına büründürme hali var ki ‘değişim’in, bu da akla ister istemez Frued’un “fetişin işlevi bilinçaltının fırtınalı gerçeklerini bastırmaktır” tespitini getiriyor. Sözün kısası günümüzün her şeyi açıkladığı, her derde deva olduğu kabul edilen amentüsü ‘değişim’, kendiliğinden bir hakikat olması kadar, kapsamı ve onunla kurulan ilişkinin mahiyeti bakımından hayata dair çoklu bir hakikati ifade ediyor olması nedeniyle de önemli. Son kertede yine de şunu söylemek mümkün: Zamanın hızının inanılmaz boyutlara ulaştığı ve her şeyi çok çabuk eskittiği günümüz dünyasına ‘değişim’in damgasını vurduğu çok aşikâr…

 

Bu durum kaçınılmaz olarak ‘değişim’ karşısında takınılan tavrın niteliğinin önem kazanmasına da yol açıyor. Söz gelimi akla şu soru geliyor: İnsanoğlu ‘değişim’ karşısında onun sürüklediği ve onun tarafından belirlenen edilgen aktörler olmakla mı yetinmeli, yoksa ‘değişim’in ortaya çıkardığı yeni fırsatlar üzerinden irade sergileyen, etkilendiği kadar etkileyen, dinamik aktörler olmayı mı seçmeli? Ya da örneğin doğrudan siyaseti ilgilendiren şöyle bir soru: ‘Değişim’ karşısında sadece faydacı ve pragmatik yaklaşımlar sergileyen siyasetler mi öne çıkmalı, yoksa bu yeni sürecin açığa çıkardığı koşullar ve imkânlar çerçevesinde, eskiyen değerleri ve ilkeleri aşarak dönüştüren ve zamanın ruhunu yakalayan yeni siyasetler doğrultusunda seçenekler mi oluşturmalı? Veya zihniyetler ölçeğinde başka bir soru: İdeolojik angajmanlarımız baktığımız her şeyi kuşatacak ve çözümleyecek ezel-ebed değişmez bir ufuk mudur yoksa özellikle ‘değişim’in açığa çıkardığı yeni koşullar ve fırsatlar çerçevesinde ideolojilerimiz de çoklu değerlendirmelere zemin teşkil edecek bir değişim-dönüşüme tabi olmak mı gerekmektedir? (Bu soru bana Zizek’in Lenin Üzerine kitabında F. Jameson’u eleştirirken yazdıklarını hatırlatıyor: “... Marksizmin her şeyi kapsayan yorumlayıcı ufuk olmadığı; anlatım ve/veya yorumların çokluğunu açıklamamızı (üretmeyi) sağlayan matris olduğunda ısrar etmek”). Dünyanın şu an itibarıyla içinden geçtiği siyasal-düşünsel süreci değerlendirirken belki şu da söylenebilir: ‘Değişim’, ister talep edilir olsun (önceden programlanmış- kurgulanmış olsun), isterse herhangi bir iradenin planlamasından ve denetiminden bağımsız tecelli etsin, ona abartılı anlamlar yüklemenin ya da fetişistik bir zırha büründürmenin ötesinde, günümüzün en temel problematiklerinden birisi olarak irdelenmek gerekir.

 

İlginçtir, geçtiğimiz günlerde edebiyat alanında yayınlanan çok önemli bir çalışma, ‘değişim’ karşısında sergilenen yaklaşımların ayrıştırılması ve çözümlenmesi bağlamında, tam da böylesi ufuk açıcı değerlendirmeler içeriyor. Daha önceden yayınladığı bir başka önemli eserinden, Don Kişot’tan Bugüne Roman (İletişim Yayınları), tanıdığımız akademisyen-edebiyat eleştirmeni Jale Parla, Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım (İletişim Yayınları) başlıklı yeni kitabında, “künstlerromanları” (sanatçı romanları) türünden yola çıkıyor ve başkahramanları şair-yazar olan bu romanlara Türk edebiyatı içinde denk düşen kimi dikkat çekici örnekleri mercek altına alarak, söz konusu kahramanların ‘değişim’ karşısında sergiledikleri tavırları ortaya koyuyor. Şöyle bir ikili ayrım yapıyor seçtiği örneklerden hareketle Parla: Birinci grup romanlarda başkahraman olan şair-yazarlar “hem edebi rolüyle hem de entelektüel önderlik vasıflarıyla mükemmeldirler.” Nitekim Parla bu kahramanları “Türk toplumu gibi değişimi sancılı ve hızlı süreçler halinde yaşamış bir kültürde” o değişim’in “nasıl karşılanması gerektiğine ilişkin teklifte bulunmak gibi bir misyon üstlenmiş ideal yazar tiplemeleri” olarak tarif eder ve de özellikle “ideolojik angajmanları”nın belirgin olduğuna vurgu yapar. İkinci grupta olanlar ise ‘değişim’ karşısında “denetlemeci ve yönetmeci eğilimlerden uzak, aciz ve edilgen yazar tiplemeleri”dir; diğerlerinin aksine  ‘ideolojik angajmanlar’dan uzaktırlar, bunun yerine “egemen değerleri tersyüz eden, bu değerleri oluşturan siyasi ve ideolojik yapıları irdeleyip yadsıyan ve aynı zamanda da estetik alanın sınırlarını” zorlayan karakter özellikleriyle öne çıkarlar; “değişimin kaçınılmazlığı karşısında denetlenmiş bir değişim değil, top yekün bir başkalaşımı tahayyül ederler...”   

 

Jale Parla bu çalışmasında esas olarak ikinci grubu merkezine alıyor; söz konusu şair-yazar tiplemesine uygun karakterlerin yer aldığı romancı-roman örneklerinden (Ahmet Mithat, A. H. Tanpınar, O. Atay, B. Karasu, L. Tekin, S. Burak, H. A. Toptaş ve O. Pamuk) hareketle değerlendirmelerde bulunuyor. Bunu tercih etmesinin bir yanda ‘edebi’, diğer yanda ise Türk(iye) modernleşmesinin mahiyetiyle ilgili gerekçeleri var. Edebi gerekçeyi edebiyat üzerinden açıklamak mümkün. O da şu: Bu örnek romanlarda yer alan şair-yazar karakterler hâkim özellikleri olan marazilik, eksiklik, acizlik, yetersizlik vb. halleri ve de “ideolojik angajmanlar”dan uzak zihniyet dünyalarıyla, ‘değişim’ karşısında onun denetleyeni ve yönlendireni olan değil, aksine onu sorgulayan, edebi ölçekte önermelerde bulunan ve bunu yaparken de her düzeyde ‘başkalaşım’a uğrayan dinamik bir serüven yaşıyorlar. Bu ‘başkalaşım’ serüvenin bir göstergesi “metinlerin yazın tekniği açısından daha deneysel” olmalarıysa, bir başka göstergesi edebiyatın temel unsurlarından birisi olan ‘dilin’ (üslubun) kazandığı içerik zenginliği, bir daha başka göstergesi ise kimi zaman kahramanların biyolojik anlamda yaşadıkları dönüşümlerdir. Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç ise ‘değişim’ karşısında yaşanan ‘başkalaşımı’ın, öncelikle ‘ideolojik’ sınırlamaları kabul etmemesi, yaşanan süreç karşısında özgür ve yaratıcı bir karşı duruşu sergilemesi, bu bağlamda yeni umutlar, heyecanlar (beraberinde kaçınılmaz olarak korkular ve endişeler de tabii) ve de başlangıçlar devşirmesi, en azından bu potansiyeli taşımasıdır. Parla’nın modernist romanlardaki ‘yazar karakteri’ni, mitolojideki Hermes’le özdeşleştirmesi de zaten bu yüzdendir. Malûm Hermes “aynı anda haberci, hırsız, mucit ve gezgindir”, ama bir başka önemli özelliği daha vardır ki o da “içindeki hazineye ulaşılmasın diye sandıkları mühürlemesidir.” Parla da işte Hermes’in bu özelliğine vurgu yaparak ” modernist sanatın -burada romanın- “karanlık, gizemli, mühürlü bir sandıkta gizlenen ve yorumu zor bir yazı tarzı” olduğunu yazarken, aynı anda bu tarz sanatın kendi içindeki doğurganlığına da işaret etmektedir. Kanımca modernist sanatın (romanın) bu özelliği de ‘değişim’le yüzleşmede ufuk açıcı bir dayanak noktası teşkil etmektedir.

 

Türk(iye) modernleşmesi açısından konuya bakacak olursak, Batı’dakinin aksine, bu serüvenin bu coğrafya ve kültür havazasında geç kaldığı ve de bu geç kalmışlık yüzünden yapay zorlamaları -zorlama bir hızı- içerdiği aşikârdır. Hal böyle olunca modernleşme adına ‘değişim’ hem talep edilmiştir, hem de bu geç kalmışlığın bir an önce aşılması adına ideolojik sınırlar çerçevesinde planlanmış, denetlenmiş ve yönlendirilmeye çalışılmıştır. Modern Türk(iye) romanında ‘şair-yazar’ karakterinin Batı’dakinden çok daha fazla olması da bir bakıma bu yüzdendir. Nitekim Parla da bu durumu “Türkiye’nin kültürel yaşamında romancının, aydının bir türevi olarak düşünülmesi ve aydının yüklendiği misyonu paylaşmasının beklenmesi”ne bağlamaktadır. Böyle bir beklenti olduğu içindir ki modern Türk(iye) romanında ‘şair-yazar’ figürlerine sık rastlanmaktadır; bunlar da başta dile getirildiği üzere iki grubta temsil edilmekte, birinci gruptakiler “entelektüel önderlik vasıfları mükemmel”, yani ‘değişim’i planlayanlar, denetleyenler ve yönlendirenlerken, ikinci gruptakiler ise daha çok “anti-kahramanlara denk düşen başarısız ve yarım kahramanlar” olarak, ‘değişim’ karşısında ‘başkalaşım’ yaşayanlar olarak ayrışmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve inşa yıllarında, roman sanatına ait örneklerde, daha çok birinci gruptakilerine denk düşen kahramanların, yakın geçmişten itibaren ise ikinci gruptaki kahramanların öne çıkması; bir yandan cumhuriyetin modernleşme sürecinin geçirdiği aşamalarla, diğer yandan ise bu süreci etkileyen evrensel ölçekte gelişmelerle ilişkili olsa gerektir.

 

Görünen o ki, zamanın hızının arttığı, aynı anda mekânın küçüldüğü ve karşılıklı etkileşimin çok yoğun olarak yaşandığı günümüz dünyasında, ‘değişim’ gündemdeki yerini hep koruyacak ve hayatın her alanında bizleri hep meşgul edecektir… Edebiyatın ise, bana öyle geliyor ki, bu serüven karşısında her zaman söyleyeceği çok şeyler olacaktır…

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri