Doğuş Derya
“Modern erkeklik” olarak tanımlanan inşanın, milliyetçilik ve modernite ile eş zamanlı bir şekilde kurgulandığı uzunca bir süredir, eleştirel erkeklik çalışmaları olarak da bilinen literatürün önemli bir parçasını oluşturan tartışılmalar arasında yer alıyor. Modernite ile birlikte biçim değiştiren erkek egemen pratikleri analiz eden Batılı feminist yazın yanında, eleştirel erkeklik çalışmalarının otuz yılı aşkın sürecinde, modern erkeğin “Batılı-beyaz-burjuva, heteroseksüel ve kahraman/savaşçı erkek” olarak nasıl kurulduğu oldukça derinlemesine bir şekilde analiz edildi; sayısız makale ve kitabın konusunu teşkil etti.
Feminist siyaset bilimciler ulus-devletler çağının miladı olan Fransız İhtilalı sürecini ve burjuva demokrasilerinin oluşumunu yeniden okuyarak liberal demokrasi teorisine içkin patriarkal iktidarı gösterirken, feminist sosyoloji ve tarih milliyetçi ideoloji ve pratiklerin kadınları ulus anlatısının içinde nasıl cinsiyetlendirdiğini ortaya çıkardı. Feminist literatür ile istişare halinde olan eleştirel erkeklik çalışmaları da, sekülerleşme ile bir estetik ideal olarak savaşçı erkek bedeninin nasıl kurgulandığından milliyetçilik-modernite bağıntısı içinde dil, bilim ve fallik düzenin inşasının nasıl meydana geldiğine, heteronormatif bir düzen anlamına da gelen Batılı-modern patriarka içerisindeki dışlama ve içerme stratejilerinden, bu stratejiler sonucunda oluşan toplumsal cinsiyet rejimlerindeki iktidar analizlerine kadar geniş bir külliyat ortaya çıkardı.
Bu külliyat içerisinde, kanımca modern-milli erkeğin, “erkeklik onurunu” ispat pratiği olarak düelloyu nasıl kullandığına bakan çalışmalar, hem milliyetçi patriarkal siyaset biçimlerinin sürekliliğini, hem de Kıbrıs’ta müzakere masasını berhava eden delikanlı meydan okuma hallerinin ne manaya geldiğini anlamak açısından yaratıcı bir şekilde düşünme imkânı veriyorlar.
Tanrısal adaletin aracısı olarak Şövalyeler
Düellonun başlangıç tarihi olarak çeşitli kaynaklar farklı tarihler verseler de hemen hepsi ritüelleşmiş bir pratik olarak düellonun 16. Yüzyıldan beri Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaygın bir uygulama olduğunu kabul ederler. Ortaçağ döneminde, aristokrat sınıfının şövalyelik nişanesi verdiği sınırlı bir grup erkek tarafından ve mutlaka tanıklar huzurunda yapılan düelloların amacı tanrısal adaletin yeryüzünde vuku bulması olarak algılanır. Bu dönemde zaman ve uzam, bugünkü sekülerleşmiş toprak/sınır/saat algısından çok farklı olarak, tamamen tanrısal bir zaman ve uzamı ifade ettiğinden, düello sonucunda ortaya çıkan ölüm, tanrısal zamanda yapılan yolculuğun bir evresidir ve yok oluştan ziyade ilahi adaletin tecelli etmesi sonucunda ortaya çıkan biçim değişimidir. Yine Ortaçağ anlam haritaları içerisinde şövalyelik, cesaret ve cüret manasına geldiği gibi, temsil edilen aristokrat hanedanlığın kanından geldiği varsayılan bir soyluluk algısının da savunusudur. Aristokratlara ve elbette tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak krala sadakatin ispatı manasına gelen düello, meydan okumaktan sakınmayan, asil bir kadının aşkı ile taçlandırılmış, cüretli, cesaretli, soylu ve dolayısı ile onurlu bir erkekliğin ayrıcalıklı bir mertebesi olarak görülen şövalyelik pratiğidir. Aristokratik onurdan pay alabilmenin ender mertebelerinden biri olan şövalyelik, yeryüzünde itidal ve dengenin sağlanmasının kaynağı olarak görülen tanrının takdirini düello aracılığı ile sağlayan bir aracılık kurumu olarak romantize edilir. Aynı zamanda da aristokratik ideallerin erkeklik formunda vücut bulmuş biçimidir. Yoksulların, köylülerin, tüccarların, yani avamdan gelen diğer erkeklerin dışlandığı ve erişemeyeceği bu ayrıcalıklı eril onur mertebesi için “korkak” ya da “ödlek” olmak bir “soysuzluk” manasına geldiği gibi, köylüler, yoksullar, kadınlar gibi “aşağı” olmaya eşdeğer bir hakarettir.[i] Bir başka deyişle, modernite öncesi dönemde eril onur kurgusu, aristokratik onura sıkı sıkıya bağıntılandırlmış ve avamdan gelen erkeklerin dışlandığı şövalyelik- düello kalıbı içerisine yerleşmiştir.
Aydınlanma sonrası Avrupa’da, Ortaçağ boyunca hakim olan birçok anlam haritası köklü değişimlere ve öncesi ile esaslı kopuşlara tabi olurken, eril onura hasredilmiş cesaret, meydan okuma ve düello pratikleri orta sınıf burjuva değerlerine tercüme edilerek varlığını korumuş; bir yandan anonimleşerek yaygınlaşmış öte yandan da modern-milli erkeğin inşasında kurucu bir yere oturarak devam etmiştir. Bu yazının sınırlarını aşmamaya çalışarak söz konusu tercümenin nasıl olduğunu, erkeklik onuru ve düello pratiklerinin modern erkeğin kuruluşunda nasıl bir zamk vazifesi gördüğünü anlatabilmek için, Batı’da modernite, milliyetçilik ve erkekliğin iç içe geçen inşa süreçlerini kısaca açmak gerekir.
Erkek Kardeşler Sözleşmesi ve “Baba”nın Ölümü
Pateman, The Sexual Contract kitabında, Fransız İhtilalı’nın mottoları olan liberté, égalité, fraternité (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) kavramları içerisinde aslında “erkek kardeşliği” anlamına gelen fraternité kavramı üzerine çok az düşünüldüğünü söyler.[ii] Toplum sözleşmesi olarak bilinen kuramın felsefi alt yapısını biçimlendiren düşünürlerin (özellikle de Hobbes, Locke ve Rousseau’nun) metinlerini yeniden okuyarak toplum sözleşmesinin ilk baştan itibaren “cinsel-sosyal bir kontrat” olduğunu, fakat “cinsel sözleşmenin” Toplum Sözleşmesi kuramında bastırılmış/gizlenmiş bir unsur olarak kaldığını anlatır. Siyasal haklar olarak ifade edilen hakların temelinde, patriarkal bir “hak” olan kadınların bedenine erişimi içeren “seks hakkının” olduğunu belirten Pateman, bu patriarkal “hakkın” etrafında biçimlenen cinsel sözleşmenin aydınlanma ile birlikte gelişen ve “evrensel/özgür birey” ile “ortak haklar” dili etrafında kurulan toplum sözleşmesinde de varlığını koruduğunu söyler. Yani modern toplum sözleşmesi, aslında patriarkal kontrolün ortadan kalkması değil, biçim değiştirmesi ve yasal bir mecraya tercüme edilmesidir.[iii] Şöyle ki, geleneksel patriarka, ailenin babaya yani birincil otorite figürü olarak Tanrıya, yani Tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak krala (patria potestas’a) itaat bağları ile bağlı olduğu ve “Baba”nın, oğullarının yaşamı ve ölümü üzerinde iktidar sahibi olduğu dönemdir. Aydınlanma ile başlayan ve oğulların yine “Baba”nın iktidarına tabi olduğu “Klasik Patriarka” döneminde ise politik iktidar yine paternal iktidara doğrudan bağlıdır, ve oğlun, “Baba”nın iktidarını reddetmesi ve sivil toplumu kurabilmesi için metaforik olarak “Baba”yı öldürmesi gerekir.
Freud’un Totem ve Tabu[iv] çalışmasında ifade edilen Oedipus Kompleksi ve “Baba” katli hikâyesine paralel bir okuma ile oğulların “Baba”yı katletmesinin sadece “Baba”nın iktidarını reddetmek ve sivil toplumu kurabilmek için değil, aynı zamanda, (tam da toplum sözleşmesi içinde bastırılan/gizlenen cinsel sözleşmeden dolayı) kadınları kendilerine rezerve etmek için olduğunu görürüz. Kadınların bireyliğinin/insanlığının yadsınması üzerine bina edilen modern patriarkal düzende, sivil toplum doğa durumundan ayrışırken aynı zamanda aile ve evlilikten soyutlanır. “Eşitler-arası toplum sözleşmesi” kılığında duran bu yeni düzen aslında aristokrasi ve kraliyete hasredilmiş tüm özellikleri “yeni/vatandaş erkeklerin” giyindiği; her bir “vatandaş erkeğin” (burjuvazinin) birer aile reisi, şövalye, kahraman, cesur vb. olduğu erkek kardeşlerin mutabakatıdır. Yani Fransız İhtilalini ve ulus-devletleri çerçeveleyen liberté, égalité, fraternite zemininde telaffuz edilen “ortak haklar” herkesin değil, erkeklerin- fraternité kavramında somutlanan erkek kardeşlerin- haklarıdır.
İşte modernitenin bir fonksiyonu olarak milliyetçiliğin söylem ve pratikleri tam da bu modern patriarka içinden doğru, hatta onunla eş zamanlı biçimlenmiştir. Milliyetçilik, erkek kardeşler (fraternité) olarak burjuvazinin, babaların babası (patria potestas) olan, tanrının dünyada cismanileşmiş halini temsil eden “baba-kralın” hükmünü sona erdirip ulus-devleti kurdukları, aynı zamanda kendi iktidarlarını “toplum sözleşmesi” ile meşrulaştırdıkları noktadan türemiştir. Bu yüzdendir ki milliyetçilik, toplumsal cinsiyet ve heteroseksüelliğin icadı ile modern erkekliğin inşası iç içe geçmiş ve birbirine ayrılmaz derecede bağlantılı süreçlerdir. Patria potestas olarak tanrının dünyadaki temsilcisi olan kralı (Babayı) öldürerek onun yerini alan burjuvazi (erkek kardeşler), sekülerleştirdikleri yeni toplumsal düzende “tanrısal olan” (yani “Baba”yı temsil eden) her türlü güç, otorite ve özelliği kendi bedenine giyinerek modern erkeği (ki bu erkek aynı zamanda ulusun makbul, heteroseksüel ve yeni şövalye erkeğidir) inşa etmeye başlarlar.
Bu arada “Babanın (Tanrının) ölümü” ile ortaya çıkan ölüm/hiç olma/yok olma anksiyetesi yeni bir zaman ve uzam algısının icat edilmesini de gerekli kılar. Tanrısal zaman içerisinde patria potestas’ın takdirinde olan yaşam ve ölüm bir kopuştan çok bir devamlılığı imlerken, sekülerleşme ile birlikte ölüm, artık bir devamlılığın değil, kişiyi hayattan ayıran, devamsızlığın, kopuşun, bir hiçleşme ve yok olmanın kendisi haline gelir. Hiçleşme/yok olma, kendi devamlılığını sağlayan modern birey kurgusu için başa çıkılması en güç endişe kaynaklarından biridir. Bu endişenin örtülmesi için hayatın (yani doğanın) kontrol edilebilir, yönetilebilir bir şey haline gelmesi, aynı zamanda ölümün (yine doğanın) rasyonel ve açıklanabilir bir şeye dönüşmesi gerekir. Modern birey (erkek), “Baba”yı (tanrıyı) öldürürken hem varlığının devamını hayal ettiği uhrevi sonsuzluğu hem de bu sonsuzluk tahayyülünü mümkün kılan uzam ve zamanı kaybetmenin yarattığı ontolojik krize cevap olarak seküler ve bilimsel bir devamlılık/ölümsüzlük imkânı kurmaya girişir.[v]
İşte tanrısal teleolojinin yerini alan yeni teleolojiler olarak heteroseksizm ve milliyetçilik, tam da modern bireyin (erkeğin) bu ontolojik krizine cevap olarak ortaya çıkar. Artık ölüm/ yok olma endişesinin önüne geçecek devamlılık tahayyülünü mümkün kılan şey biyolojik üremeyi normatif zemine oturtacak heteroseksüel ilişki olacak; yeni uzam, sınırları belirlenmiş “vatan toprağı” olarak belirirken, ezelden ebediyete uzanan “ulus (soy) anlatısı” da tanrısal zamanın yerini alan, zürriyet devamı ile ilintili olarak sonsuzluk duygusunu tahayyül etmeyi mümkün kılan yeni zamansallık olarak ortaya çıkacaktır.
Modern düzenin seküler teleolojileri olarak heteroseksizm ve milliyetçilik, bedenleri cinsiyetlendirirken ve devamlılık duygusunu milli zaman-uzam algısı üzerinden kurarken, Hıristiyan felsefesinden kökten bir kopuşla değil, bu geleneğin felsefi bakışından devşirdiği zemine yaslanarak ve onu yeniden tanımlayarak kurulacaktır. Öyle ki, Hıristiyanlık felsefesinin kurucu unsurlarından olan Apocalyptica (cennetten kovuluş) anlatısında güzelliği, kontrol edilemezliği ve şeytana uyması ile “erkeği” (Adem’i) yoldan çıkaran “kadın” (Havva), modern bireyin ontolojik krizinin tam göbeğinde duran ölüm/yok olma/ hiçlik/ bilinemezlik ile özdeşleştirilecek ve aynen doğa gibi kontrol edilmesi gereken bir dişi beden olarak inşa edilecektir. Modernitenin kurduğu bu kadın bedeni bir yandan ölüm/bilinemezlikle özdeşleştirildiği için kontrol edilmesi/kapatılması gereken bir beden olacak; kamusal alandan dışlanarak özel alana evlilik sözleşmesi ile bağlanacak, ama öte yandan da yine ölümün yaratacağı yok olma duygusunun önüne geçecek soyu (ulusun çocuklarını) doğuracak, yani anne olacaktır. Buna mukabil, modern erkeklik de doğanın kontrolünü elinde tutan ve artık “Baba”nın (Tanrının) yerini alan bir mecraya tercüme edilecek; kamusal alanın, ahlakın, disiplinin, tanrısal güzelliğin, itidal ve dengenin bedeni, kısacası “ulusun şövalyesi” olacaktır.
“Ulusun Şövalyesi”
“Ulusun şövalyesi” olarak modern erkek, bir statü kriteri olarak düelloyu göze alacak kadar cesur ve cüretkâr olduğunu, yani erkeklik onuru olduğunu ispatlamakla mükellef kişidir. Orta sınıf değerlerine tercüme edilmiş bu yeni şövalyelikte artık düello aristokratik bir soyluluğa sadakatin göstergesi olarak değil, modern erkeği kuran savaşçı değerlere sadakatin göstergesidir. Ortaçağda bir grup ayrıcalıklı erkeğin nail olduğu bu şeref artık adaleti yerine getirecek olan erkek vatandaşların hepsine açılmış, meydan okuma ve düelloya girmeye cüret eden her erkek daha önce dışlandığı erkeklik onuru statüsüne erişme şansına kavuşmuştur.
Nitekim 18. yüzyılın sonlarından itibaren Almanya, Fransa, Danimarka, İtalya, Rusya, Prusya gibi birçok Avrupa ülkesinde ve Amerika’da her sınıftan erkek, erkeklik onurunu ispatlamak ve bir sorun durumunda adaleti sağlamak üzere düellolara yaygın olarak girmeye başlar. Tüccarlar, politikacılar, öğrenciler, subaylar, çiftçiler bir erkeklik onuru ritüeli olarak düelloya girmek, erkekliğin nişanesi olarak yüzde ve bedende açılan yaralardan şeref duymak gibi bir pratiğin içine girerler. Özellikle öğrenciler arasında 19.yüzyıl boyunca bir husumeti çözmek amacıyla düelloya girmek oldukça popülerdir, öyle ki Kevin Mc Geller, Karl Marx’ın öğrenciliği sırasında bir hasmını düelloya davet ettiğini anlatır.[vi]
Fransa’daki düellolar daha ziyade kılıç savaşı üzerinden giderken[vii], Almanya’da tabancaların kullanıldığı çeşitli kaynaklarda anlatılmaktadır.[viii] Osmanlı’da gayrimüslimler arasında birkaç düello vakasının kaydedildiğini anlatan çalışmalar yanında[ix], Yunanistan adalarında düelloların bıçak-çakı çekme olarak gerçekleştiğini de görülebilmektedir.[x] Bir asrı aşkın bir süre boyunca tüm Avrupa’da inanılmaz bir yaygınlıkta kullanılan düellolarda ölüm ve yaralanmaların da ciddi boyutlarda olabileceği tahmin edilebilir. Nitekim bu ölüm ve yaralanmaların son bulması için 19. Yüzyıl sonunda bazı parlamentolarda düelloların yasaklanması ve erkeklik onurunun takdiri için Onur Mahkemeleri kurulmasına karar verdiği de çeşitli metinlerde ele alınır. Velâkin, husumetleri hukuk yoluyla çözmeye yarayacak Onur Mahkemeleri’ne başvurmak, “kadın, korkak, ödlek” olarak yorumlandığından düelloların önü 1.Dünya Savaşı’nın sonuna dek alınamaz. Düelloya giren kişinin ölmesine, ölmüyorsa da yaralanmasına neden olan bu pratiğin bu kadar uzun süre devam etmesi, “kadın, ödlek ya da korkak olarak anılacağıma ölürüm daha iyi” dedirten cinsiyetçi eril onur kodlamasının ne kadar direngen bir yapı olduğunun da göstergesi olarak okunabilir.
Sevgilerimle…
Düello üzerinden kurulan eril onur kodlaması, 20. Yüzyılın ikinci yarısı ile beraber uluslararası sistemde giderek kurumsallaşan diplomasi dilinin içine saklanmış ve dolayısıyla yumuşatılmış olmakla birlikte, hala varlığını sürdürmektedir. Sorunların ve çatışmaların çözümlenmesi noktasında yürütülen müzakerelerde kullanılan diplomasi dilinin olası bir pürüzde kolayca bir meydan okumaya veya söz düellosuna dönüşebildiği; suçlamadan azar ve ayar çekmeye varacak geniş bir yelpazede yanıp söndüğü gözlemlenebilmektedir. Temsili demokrasilerde “ulusun şövalyesi” rolünde artık devlet “adamları” vardır ve tanıklar önünde “düşmana haddini bildirecek” söz düelloları, artık devlet “adamları” tarafından yapılmaktadır. Bu söz düelloları, ABD başkanı Trump’tan, Avrupa’da yükselen aşırı sağ partilerin liderlerine, Türkiye’de karşımıza “Eyyy Nobel” veya “Eyy Avrupa Birliği” veya “Akıllı olsunlar, adam olsunlar masaya dönsünler” şeklinde çıkan nidalardan, Kıbrıs’ta “kararlarını geri alsınlar, almazlarsa gösteririm” biçimlerine bürünen tehditkâr meydan okumalarda izlenebilmektedir. Tanıklar huzurunda devlet “adamı”nın eril onurunu, cesaretini ve cüretini ispatlamak üzere dolaşıma giren bu söz düelloları, siyasetçilerin delikanlılık/şövalyelik dozajları ile paralel bir seyirde gider. Ancak günümüz şövalyelerinin geçmişteki şövalyelerden bir farkı vardır: Ortaçağ şövalyeleri tanrısal adalet ve soyluluk, erken dönem modernite şövalyeleri ise kurgulanan eril onur statüsüne kavuşmak için düelloya girdiklerinde, yaralanan, ölen veya yok olanlar bizzat düelloya giren kişilerin kendileridir. Oysa günümüz temsili demokrasilerinde, söz düellosuna giren şövalyelerin çarpışmaları sonucunda ölenler veya yok olanlar düelloyu gerçekleştirenlerin kendileri değil, temsil ettiklerini söyledikleri ve adına konuştukları insan topluluklarıdır.
Velhasıl-ı kelam, Kıbrıslı liderlere sevgilerimle…
[i] Tesadüf değil, 15. Yüzyıldan itibaren Avrupa edebiyatı içerisinde önemli bir yer tutan ve 19. Yüzyıl ile yeniden canlanan şövalyelik edebiyatı oldukça misojinik (kadın düşmanı) bir tür olagelmiştir
[ii] Carole Pateman, The Sexual Contract, Stanford: California, Stanford University Press, 1988, s. 77
[iii] Carole Pateman, The Sexual Contract, s. 1
[iv] Sigmund Freud, Totem ve Tabu, Çev.Kamuran Şipal, Say Yayınları, 2016, İstanbul.
[v] Steve Garlick, “What is a Man? Heterosexulaity and the Technology of Masculinity”, Men and Masculinities, Vol.6 No.2, October 2003, 156-172.
[vi] Kevin Mc Geller, “Dueling: The Cult of Honor in fin de siecle Germany, Princeton, 1994, s.34-35.
[vii] Robert Nye, Masculinity and Male codes of Honor in Modern France, University of California Press, London, 1993.
[viii] George L. Mosse, The Image of Man: The Creation of Modern Masculinity, Oxford: New York, Oxford Univeristy Press, 1998.
[ix] Cem Doğan, “Düellonun Tarihi ve Osmanlı Düellocuları”, The Journal of Academic Social Sciences Studies, Vol.6, Issue1, January 2013, 663-689.
[x] Thomas W. Gallant, “Honor, Masculinity and Ritual Knife Fighting in Nineteenth-Century Greece”, American Historical Review, April 2000, 359-382.