Geçmişten bugüne kadar birçok yönetim şekli yaşandı. Hemen hemen hepsini ortak kesen husus, iktidarın belli kesimlerin elinde toplanması ve küçük grupların sömüren tarafta yer almasıydı. Demokrasinin tüm bunlara alternatif olacak bir düzeni yaratacağı varsayıldı. Fakat yerleşik yönetim kalıplarını değiştirmek o kadar da kolay değildi. Özellikle ekonomik farklılıkları kuran ve organize eden kapitalist koşullar, yoksulluğu sonsuza dek yaşatılması gereken bir husus olarak tasarlamıştı. Zaman ilerledikçe sadece ülkelerin kendi içlerinde değil, ülkelerin birbiri üstünde kurdukları hatta uluslararası şirketlerin de sürece dâhil olduğu daha geniş ekonomik bağımlılıklar var edildi.
Bu büyük ağlar içerisinde, Kıbrıs’ın kuzeyini yerleştireceğimiz çerçeve kolayca tanımlanabilir. 1974 savaşı ardından kurulan düzen ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik geçmişte başlayıp ardından geliştirilen entegre politikaları, “yavru vatanda” yaşama koşullarını belirledi. Üretimden koparılan Kıbrıs Türk toplumu, içinde bulunulan dönemde hantal ve tembelliğin merkezi olduğu söylenen ve küçültülmesi gerektiği buyrulan memur kimliğine büründürüldü. Özel sektörün sömürü koşulları da gün geçtikçe arttırıldı. Tabi ki belli dönemlerde yapılan yasal değişikliklerle, kamuda hizmet vermek de cazibesini kaybetti. Kısacası KKTC’nin sağladığı ganimet düzeni yavaş yavaş azaldı ve küçük bir kesimin daha da zenginleşmesine zemin yaratıldı. Diğer toplumsal gruplar için ise zenginlik illüzyonu yaratıldı. Herkes sahip olmadığı bir hayatı yaşamaya başladı. Bunlara ek olarak ekonomik varlığın en önemli göstergelerinden biri olan Merkez Bankası’nı, Türkiye’den gönderilen genel müdürler yönetti. Ekonomi ve demokrasi arasında kurulan bağ, kusursuz bir şekilde işletildi.
Günümüzdeki koşullara bakıldığında, tam bir keşmekeş hâkim. Gerek sosyal gerekse ekonomik çıkmaz hakkında yapılan yorumları kulak arkası etmek noktasında çok başarılıyız. Özellikle ekonomistlerin uyarıları, gideceğimiz köyün minarelerini açık bir şekilde işaret ediyor. “Bu da gelir, bu da geçer” mantığı ile hareket ettiğimiz sürece, batış çok yakında. Küçük dünyalarımızdan kafamızı kaldırırsak; kullandığımız paranın değerinin her geçen gün eridiğini, “ana” diye tanımladığımız coğrafyadaki yönetim koşullarının özgürlüklerin keyfi şekilde budandığı bir diktatörlüğe dönüştüğünü ve aslında sinsi sinsi Kıbrıs Türk toplumu vatandaşlarını da bu düzenin sarmaya başladığını kolayca fark edebiliriz. Ülkeyi yöneten zatlar, bunların tümünü reddedip bize reçeteler sunduklarını iddia edecekler. Tabi ki tek sorumlunun idareciler olduğunu söylemek mümkün değil. Ayrıca bunları destekleyenler de var. Bu noktada, belli kesimleri hedef tahtasına oturtan gazetecileri, sol ağız kullanarak ülkedeki statükonun bekçiliği yapanları, zamanında iktidarın ekmeğini yiyen şimdinin muhaliflerini, Kıbrıs müzakerelerinde ayrılığın kötü sonuçlarını dile getirenleri azarlayan aklı ermişleri ve hiçbir zaman bölünüp azalmayan faşistleri saymak gerekir. Özellikle onlara karşı dikkat kesilmek önemlidir.
Demokrasi perdesi her geçen gün karartılırken, durup bekleyecek miyiz? Açıkçası “kuru muhalefet” yapmanın, bizi bir yere taşıyacağına inanmıyorum. Dünyadaki ekonomik ve sosyal çıkmaz yaşayan ülkelere bakıldığında, toplumsal hareketlerin hangi boyutta olduğunu görmek mümkün. Tabi ki bunun belli bir strateji ve plana dayanması gerekir. Salt KKTC sınırları içinde bir değişimin (yani bildik tanımlamayla “hükümetin değişmesini”) hedeflenmesi durumunda, ne yaşanacağı ortada. Yıllardır gerçekleştirilen seçimler sonucunda iktidara getirilen yöneticilerin, sistemi ne derece değiştirebildiğini gördük. Buradaki bütün mesele, göbek bağının kesilmesini sağlayacak adımın gerçekleştirilmesi için ne yapılacağına karar vermektir.
Devlet erki dışında irade gösterebilecek toplumsal muhalefetin örgütlü yapısı ile toplumun geneli arasında kurulan bağ zayıftır. Bu da yeni bir mücadelenin örülebilmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. İnsanların yakındıkları temel mesele, Kıbrıs’ın kuzeyine karşı hissettikleri yabancılaşmadır. Toplum, kendini ait hissetmediği bir yerde sorumluluk almaktan da kaçınacaktır. “Bananeci” tavırların sebeplerinden biri ekonomik olarak batışın algılanamamış olması iken diğeri de adaya duyulan aidiyetin gün geçtikçe azalmasıdır. Bu yüzden mücadele edilecek alanı ölçüp tartmanın, bu noktada özeleştiri yapmanın ve gerekli adımları atmak için yol almanın vaktidir.
Oscar Wilde: “Tarihe borçlu olduğumuz görev, onu yeniden yazmaktır” diyerek aslında omuzlarda uyutulan özne olma hâlini hatırlatır. Hedeflenmesi gereken, ne biat edip yöneticilik oynamak ne de ne hâliniz varsa görün sinikliğine kapılmaktır. Toplumsal olarak dibe doğru çöktüğümüz bu dönemden, kurtarıcısı ve kurtarılanı olmayan yeni bir hikâye üreterek çıkabiliriz. Gerçek demokrasi de ancak o zaman var olabilir.