Erdem Ertürk
erdem.ertourk@gmail.com
13 Aralık 2015 tarihli Gaile’de yayınlanan ‘Demokrasinin İki Yüzü’ başlıklı yazımda demokratik madalyonun üst yüzü olarak bireysel özgürlüklerin savunulması, anayasal düzen ve hukuğun üstünlüğü gibi şiarlardan bahsedip, bu madalyonun alt yüzü olarak da olağanüstü hâl ilanını ele almıştım. O yazının odağına taşıdığım konu Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın Paris saldırıları akabinde olağanüstü hâl ilan edip, teröre savaş açmasıydı. Teröre karşı atılan bu tür adımlarda, demokratik değerlerin askıya alındığına vurgu yapıp, bu değerleri zedeleyen müdahalelerin kökten İslamcıların kendi ideolojilerini ‘Batı demokrasisi’ karşıtlığı yaparak meşrulaştırmalarını ve cazip kılmalarını kolaylaştırdığı sonucuna varmıştım. Bu yazıda amacım olağanüstü hâl ilanı eylemi üzerinden hareketle bir önceki yazıdan daha kavramsal bir demokrasi eleştirisi ortaya koymaktır.
Bugün kendinimizi demokrat diye nitelendirmenin bir manası kaldı mı? Bu soruya şüphe yüklü bir cevap veren Wendy Brown, demokrasi kavramının içinin boşaltıldığına vurgu yapıp, bu kavramın herkesin içine kendi umut ve rüyalarını doldurduğu bir markaya dönüştüğünü yazar [1]. Bu dönüşümün nedenlerini anlamak için demokrasi kavramının hangi bağlamda ele alındığına bakmakta fayda var. Dolayısı ile bu çağda demokrasiyi yeniden düşünmenin ön koşulu, bu düşüncenin üzerinde kapitalist serbest piyasa ekonomisi ve özelleştirme esasına dayalı neoliberal bireyselliğin etkilerini görebilmekten geçer. Brown’a göre denklem basittir; demokrasi Yunanca’da halkın (demos) egemenliği (cracy) manasına gelir fakat kavram bu egemenliğin muhakkak “liberal demokrasi” yolunda gelişeceğini zorunlu kılacak hiç bir mantık içermez [2]. Neticede Avrupa düşünce tarihi, kadim Yunan felsefecilerinden bu yana, toplumların egemenlik kavramına hangi şekillerde hükmedeceği sorusu ile meşgul olmuştur. Şaşırtıcı olan ise bunca zaman boyunca neden insanların toplum için toplumsal iktidarı tercih etmedikleridir.
Avrupa’nın aydınlanma çağı göz önüne alınırsa, bu şaşkınlık da kısa sürecektir. Bu çağda, bireysel özgürlüklere verilen önem, toplumsal iktidar düşüncesinin gelişmesine engel olup, iktidarı söz konusu özgürlüklerin bekçisi kılar. Bu görev için tek bir hükümdar yeterli olacaktır. Adını Leviathan veya sosyal kontrat koyun, bu hükümdarın görevi, bireysel özgürlüklerin birbiri ile çatışmasını engelleyip, özel mülkü güvence altına almak olacaktır. Bu doğrudan hareketle, 17. yüzyıldan 2008’e — yani batan finans sektörünü kemer sıkma politikaları pahasına kurtarmaya çalışan devlet anlayışına — ulaşmak için çok da uzun bir sıçrayışa gerek yoktur. Dolayısı ile, bir yana, günümüzde daha da vahşileşen özel sermaye ve rekabet koşullarına sahip yeni-liberal bir anlayışa yamalanan demokrasi algısını koymak lazım.
Diğer yandaki görüntü de demokrasi kavramı için pek iç açıcı değildir. Liberal anayasal düzenin ciddi eleştirmenleri arasında, bir dönem Nazi Almanya’sının gözde hukukçusu Carl Schmitt vardır. Schmitt için egemenlik, yazının başında belirttiğim kavramdan — olağan üstü hâl ilanından — geçer. Hukukçu, Political Theology kitabında, egemeni istisnai durum hakkında karar veren olarak tanımlar [3]. Bu tanıma göre, egemenliğin gerçek işareti, geçerli yasaları askıya almaktır [4]. Bu işaret gerçekliğini mevcut hukuki düzenin askıya alınması ile ortaya çıkan sınırsız yetki olgusundan alır. Bu tür istisnai bir durumda, Schmitt’e göre hukuk gider, devlet (veya egemen) kalır [5]. Schmitt, liberal demokratik anayasaların kusurunu, böyle sınırsız bir yetkiyi harfiyen düzenleme çabasına bürünmekte bulur.
Totaliter devlet anlayışının etkili düşünürlerinden olan Schmitt’in bu çabayı kusur olarak algılaması kabul edilebilir. Fakat, can alıcı nokta, ‘total’ sınırsızlığın, Schmitt’in eleştirisinden farklı olarak, liberal (veya liberal olmaya çalışan) demokrasiler içinde de rastlanabilen bir tehlike olmasıdır. Tam da bu noktada, neoliberal anlayış çerçevesinde insana, farklı toplumlara, azınlıklara, doğaya, öteki diye adlandırılanlara karşı vahşice çıkar güden oluşumların olağanüstü hâl ilanlarına şüphe ile yaklaşmamak neredeyse imkânsızdır. Bu şartlar altında demokrasiyi yeniden düşünmeye — veya peşinden ısrarla gitmeye — bizi teşvik edecek olan nedir?
Bu soruya verilecek cevabı üç aşamada ele alabiliriz. Birincisi, aydınlanma çağı düşüncesine ait hukukun üstünlüğü, laiklik, özgürlük ve eşitlik gibi insani olana değer veren şiarları somutlaştıracak demokratik bir gerçekliğin peşine düşmektir. Böyle bir yola koyulmanın ön koşulu da liberal temsili demokrasilerde rastladığımız ‘bir insan, bir oy’ kavramının soyut bir eşitlikten ibaret olduğunu kavramaktır. Bu tür bir algı ikinci aşamaya ulaşmayı sağlayacaktır; bu da katılımcı demokrasidir. Temsili demokrasinin aksine, toplumun genelinin karar verme aşamasında aktif olduğu böyle bir demokrasi yöntemi, insan değerini dört veya beş senede bir verilecek oyla eşdeğer kılmaktan kurtaracaktır. Ne var ki, katılımcı demokrasi veya toplumsal iktidarın tezahürü, neoliberal ideolojinin sosyo-ekonomik koşullara hükmettiği bağlamda imkânsız gibi gözükür. Üçüncü bir aşamaya da bu noktada ihtiyaç duyulur. Demokrasi diyerek güdülen emel halkın egemenliği ise, yukarıda bahsettiğim soyut eşitlik kavramını sadece oy kullanmak için değil, sivil, siyasi, ekonomik, insani ve ekolojik haklar bağlamında da somutlaştıracak toplumsal irade uygulamalarına ihtiyaç vardır…
------------------------
Notlar
[1] Wendy Brown’ın ‘We are all democrats now’ başlıklı yazısı için bkz., Giorgo Agamben (ve diğerleri), Democracy in what state?, (New York: Columbia University Press, 2011), s. 44-57.
[2] Wendy Brown, s.44.
[3] Carl Schmitt, Political Theology: Four Chapters on the Concept of Sovereignty, (Chicago: University of Chicago Press, 1985), s.5.
[4] Carl Schmitt, s.9.
[5] Carl Schmitt, s.12.