Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlılığı Bölümü Öğretim Üyesi ve Kıbrıs Türk Tabipler Birliği üyesi Prof. Dr. Çağatay Güler, gıda güvenliği konusunda YENİDÜZEN’e önemli açıklamalarda bulundu
Didem MENTEŞ
Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlılığı Bölümü Öğretim Üyesi ve Kıbrıs Türk Tabipler Birliği üyesi Prof. Dr. Çağatay Güler, ürünlerin tarlada sağlıklı olarak üretilmesinden ve ürünün tüketiciye sunulmasından Tarım Bakanlığı’nın ancak ‘denetimi’ Sağlık Bakanlığı’nın yapması gerektiğini dile getirdi. Çağatay Güler, “Yanlış şu; böceklere karşı kullanılan kimyasal maddenin tarlada kullanılmasının kararını veren Tarım Bakanlığı’dır.
Bunların kullanılmasının zararlı olup olmadığına karar veren de Tarım Bakanlığı’dır. Gıdalarda eğer bunun denetimini Tarım Bakanlığı yaparsa hem hakim hem savcı hem de avukat olur” diyerek, “Güvensizlik” ortamı yaşanmaması için sofraya girecek ürünün Sağlık Bakanlığı’nın denetimde yapılması gerektiğini vurguladı.
Gıda güvenliğinin konusunda Kıbrıslıların ‘hassas’ olduğunun görüldüğünü belirten Güler, “toplumun bu konuda resmi kurumları zorluyor olması çok önemli bir avantajıdır. Çünkü bu gibi olayların sisteme oturması seçmenin baskısıyla olur” dedi.
Kıbrıs’ta yaşanan sorun; tüketilmesini istediğimiz gıdaların kimyasal maddelerle, mikrop bulaşmadan tüketiciye ulaşması gerektiğini söyleyen Güler, sağlıklı yiyeceklerden vatandaşı uzaklaştırmadan yeni nesillerin kendi sağlığı için gerekli besinleri tüketmesiyle ilgili ‘eğitim’ verilmesi gerektiğini belirtti.
YENİDÜZEN’e konuşan Prof. Dr. Çağatay Güler, hava ve su kirliliğinin sofralara kadar uzandığını bu nedenle ‘çevre politikası’nın hayata geçirilmesi gerektiğini söyledi.
• YENİDÜZEN: Gıda güvenliği konusunda neler söyleyeceksiniz. Dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
• GÜLER: Gıda bir bütündür. Kendi açımızdan baktığımız zaman sorunlarından bir tanesi Türkiye’de Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı diye bir görüş var. Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı toplumun beslenme sorununun çözmek içindir ama toplumun sağlığını Sağlık Bakanlığı korur. Bizdeki yanlış şu; böceklere karşı kullanılan kimyasal maddenin tarlada kullanılmasının kararını veren Tarım Bakanlığı’dır. Bunların kullanılmasının zararlı olup olmadığına karar veren de Tarım Bakanlığı’dır. Gıdalarda eğer bunun denetimini Tarım Bakanlığı yaparsa hem hakim hem savcı hem avukat olur. Yani kendi kendine bu kullanılsın bunu ölçtüm bunun miktarı tehlikesi ve topluma zararı yok der. Burada yanlış söylediğini söyleyeceğini iddia etmiyorum ama güven sağlamaz. Denetlemeyi Sağlık Bakanlığı yapması gerekir. Denetlemeyi Sağlık Bakanlığı’na yaptırmazsanız çok büyük bir güvensizlik ortamı olur ki Türkiye’de buna yol açtı. Tersinden düşünürsek, Mesela hekimlerin bazıları hayvan deneyi yapıyor. Hayvanların tutulduklar ortam uygun olması lazım. Bir hekim bir hayvan deneyi yapıyor ama birileri ‘bu hayvanlar çok olumsuz şartlar altındadır’ dediği zaman hekim: “Hayır iyi koşuldadır” dediği zaman olmaz. Bunu veteriner denetlemeli en azından yani benim dışında bir hakem olmalı. İşte bizim toplumumuzdaki en büyük hata hem hakim en savcı hem de avukat olmak istiyoruz. Kendimizi savunup karar vermek istiyoruz ki bunun olmaması lazım.
• YENİDÜZEN: Sizce esas sorun nedir?
• GÜLER: Gıda üretimi her aşamasında çok özel konumlar gerektirir. Satıştan sonra da tüketicinin özen göstermesi lazım. Eğer biz her aşamadaki özene bu titizliliği göstermezsek, hayvanlardan aldığımız sütün toplanması, işlenmesi, ürün haline getirildikten sonra ambalajlanması, piyasaya dağıtılması aşamasında raf ömrünü uzatmak için bazı işlemler yapılır. Kuşkuculukla koyduğumuz her ürünün ertesi günü çöpe gitmesini istemeyiz. Bunlara bazı koruyucu maddeler katılıyor ama bu koruyucu maddelerde bazı sınırlayıcı değerler var. Mesela, et ürünlerine ‘nitrit’ maddesini katalım ama şundan fazla olmasın deniliyor. Güzel ama bundan başka kattığımız maddeler de var. O zaman çocukların ne kadar salam, sosis, hamburger yediğini denetlememiz mümkün değil. Evet, hepsi müsaade ettiğimiz sınırda ama bunun için toplumun da bilinçlenmesi lazım. Şunu açık söylemeliyiz; “et ürünlerinin iki günde bir bozulmaması için şu maddeyi katıyoruz. Evet, bunda biz zararsız sınırı koyuyoruz ama bunların fazla tüketilmesi sana zarar verebilir” denilmesi gerekir. Bir diğer sorun ise insanın beslenmesi açısından fazla önem taşımayan birçok atıştırmalık maddeler satış ve sonuçta da reklamla tanıtım potansiyeli çok yüksek ürünler var.
• YENİDÜZEN: Bu konuyu biraz daha açabilir misiniz?
• GÜLER: Çocuklar her zaman televizyonlarda, gazetelerde, afişlerde bu ürünleri görüyor. Hatta bu ürünler sevdiği futbolcu ya da sanatçının söylemiyle izliyor. Onların söylediği ‘al-tüket’ mesajları, öğretmenin söylediği ‘şu davranışları yapma şunu yap’ mesajıyla aynı zannediyor. Buna biz ‘Reklam ve Propaganda Bilinci’ diyoruz. Yeni nesil çocuklarımıza çok küçük yaşlardan itibaren reklamın hayatın bir gerçeği olduğunu, ürünlerin kendisini tanıtmanın bir hak olduğunu ama kendisinin de reklamları değişmez olarak algılamamasını gerektiğini, bunları sorgulaması, reklamda söylenen her şeyin hayatın doğrusu olmadığını öğretmemiz gerekiyor. Biz işte çocuklarımıza bu bilinci vermeyince, çocukların tüketim alışkanlıkları da değişiyor. Örneğin bizim çocukluğumuzda sütlü tatlılar çok öndeydi. Giderek bunların bazılarını toplum hatırlamaz oldu. Gün gelecek yeni nesil bunları hiç tanımayacak. Mesela köme tatlısı gibi üzüm şırasından yapılan pekmezler yerini şimdi kakaolu, şekerli bitkisel yağlı yiyecekler aldı. Demek ki Kıbrıs’ta yaşanan sorun; tüketilmesini istediğimiz gıdaların, kimyasal maddelerle, hormonlarla kirletilmeden mikrop bulaşmadan tüketiciye ulaşması gerekir. İkincisi de sağlıklı yiyeceklerden vatandaşı uzaklaştırmadan yeni nesillerin kendi sağlığı için gerekli besinleri tüketmesiyle ilgili eğitim verilmelidir.
“Eğitim önemli”
Yeni neslin süt ürünlerinden, meyve ve sebzeden uzaklaştırılmamasını, atıştırmalık şekerli kakaolu yiyeceklere fazla ağırlık vermemesini sağlayacak eğitimi ve alt yapıyı korumalıyız. Bunun en önemli nedeni çocukların reklamlarla televizyondaki bir belgeselin söylediğini doğru mesajının aynı olduğunu sanmasıdır. Bunun böyle olmadığını öğretmeliyiz. Yoksa düşünün çocukluğundan itibaren ‘barby bebek’te ip ince gören bir kız çocuk onu ideal vücut ölçüsü diye görmeye başladığı zaman özellikle televizyondaki zayıflama programlarını görünce bunun da hayatın değişmez zorunluluğu olarak algılayabilir. O zaman baktığınızda çocuklarda bedenine karşı, beden algısında en ufak bir kilolu görünüm kendince olumsuzluk olarak algılanıyor. Gelişme çağında çocuk sanki rejim yapması, bazı şeyleri yememesini sanıyor ve bu daha sonra psikolojik sorunlara yol açabiliyor. Yani bir barby bebeğin topluma vereceği algı bozukluğu, hiç kimsenin umurunda değil. Çocuklarda bu endişeyi çok görüyoruz. Çocuklardaki yanlış beden algısını bozmalıyız. Sağlıklı çok zayıf olmayan birini ona göstermeliyiz. İdealize ettiği kişiler yani anne, baba, öğretmen, TV’deki sanatçılar bir zayıflama telaşında olduğu için çocuk kendisini onlar gibi zannediyor. Gelişme çağında kendince yaptığı müdahaleler ya bedensel ya ruhsal bozukluklara neden oluyor.
• YENİDÜZEN: Beslenme boyutu açısından neler söyleyeceksiniz?
• GÜLER: Beslenmeyle ilgili halk sağlığı olarak bütün bu boyutları söyleyebiliyoruz. Bu boyutlar da birçok bakanlığın iş birliği yapması gerekiyor. Bazı yanlışlıkları da kabul etmeliyiz. Kuzey Kıbrıs’a baktığımız zaman Gıda, Enerji ve Tarım Bakanlığı olarak geçiyor. Enerji ayrı bir iştir. Enerji ve Gıda ya da Enerji ve Sağlık bir arada olmaz bir noktada biri daha baskın çıkar. Çözüm kapkaç olmaz. Çünkü bir yandan tüketicide olağanüstü bir korku yaratıyoruz, bu arada belki dürüst üreticiye de zarar veriyoruz. Ama tüketiciyi birçok konuda aydınlatırsak, ürünlerin üzerine gerçek açıklamaları yazmamız gerekir. Mesela bu sürede bundan fazla kullanırsak zararı var demeliyiz. Biz uyarıları hep okunmaz yaptığımız için kapkaç yapıyoruz. Tüketicilerin son kullanma tarihine bakması, bunun kim tarafından yazılıp yazılmadığının açıklanması gerekir. Mesela bir ürün kendisinin çevre dostu olduğunu, yeşil ürün olduğunu doğal ürün olduğunu söylüyor ama altında açıklaması yoksa o ürün çevre düşmanıdır. Ürün sahibi ‘benim malım iyidir’ yazıyor ama bunun hemen altında bunun gerekçesi olması gerekir çünkü herkes bunun iddia edebilir. O zaman tüm bunlar gerçek olan ürüne güveni de sarsıyor. Bunlarda yasa ve yönettikler düzenlenirken Tabipler Birliği, Veteriner Hekimler Birliği, Tüketici Dernekleri, Ziraatçılar, tarafsız uzmanlar ve teknokratlar hep birlikte çalışmalıdır. Ama biz gizli gizli bir şeyler hazırlıyoruz. Sonra tartışma konusu oluyor, eleştiriliyor.
• YENİDÜZEN: Kuzey Kıbrıs’ta gıda güvenliği hangi noktadadır? Gıda denetimi ile ilgili neler söyleyecek siniz?
• GÜLER: Kuzey Kıbrıs’ın Gıda güvenliğinin en önemli bir tek avantajı Kıbrıslıların bu konuda hassas olması. Bu konuda resmi kurumları zorluyor olması çok önemli bir avantajıdır. Çünkü bu gibi olayların sisteme oturması seçmenin baskısıyla olur. Gıda denetimi gıda üretiminden sorumlu olmayan bakanlık tarafından yapılır. Mesela ürünlerin sağlıklı olarak üretilmesinden ve ürünün Kıbrıs tüketicisine sunulmasından sorumlu Tarım Bakanlığı ise ‘denetimi’ Sağlık Bakanlığı yapmalıdır. Bu zorunludur ama kol kırılsın yen içinde kalsın diyerek, ben yapayım ben denetleyim derseniz bu işin içinden çıkamazsınız. Denetimi alan bakanlıkta resmen eline ateş almış gibi olur ve bu sefer bütün suçlamalar o bakanlığın üzerine yoğunlaşır ve soluk alamaz hale gelir. Örneğin Türkiye’deki bakanlık şuan bu durumdadır. Tekrarlıyorum yanlış şu; böceklere karşı kullanılan kimyasal maddenin tarlada kullanılmasının kararını veren ve bunların kullanılmasının zararlı olup olmadığına karar veren Tarım Bakanlığı ise sofraya girecek gıdanın denetimini Tarım Bakanlığı yapmamalıdır. O zaman Tarım Bakanlığı hem hakim hem savcı hem de avukat olur. Denetlemeyi Sağlık Bakanlığı yapmazsa çok büyük bir güvensizlik ortamı oluşur
• YENİDÜZEN: Kuzey Kıbrıs’taki çevresel faktörleri baz aldığımız zaman halk sağlığı açısından ne gibi etkenlerle karşı karşıyayız?
• GÜLER: Konuya farklı bir boyuttan bakalım. Biyolojik çevre birçoklar dahil canlı etkenlerin oluşturduğu çevre, fizoko- jeo kimyasal çevre yani cansız (taş, kaya gibi) maddelerin, radyoloji yani ışının oluştuğu çevre ve sosyo kültürel çevre olarak ele alalım. Yeni bir kavram var, ‘Yürünebilirlik’… Şöyle düşünün; kenarı hurdalıklardan oluşan yoz bir yol var bir tarafta da trafiğin girmediği çevresinde oyun alanı ve ağaçlık olan bir alan var. Oradan yaşlı bir kişinin torununu elinden tutup 200 metre yürüyor ama sorduğunuz zaman yoz olan yol mesafesi onlara daha uzun geliyor. Kent planlamasında ölçüyü şöyle alıyorlar; ninenin veya dedenin torunuyla birlikte endişesizce yürüyebileceği, alışveriş ya da gezebileceği alanların bölge oranı kentin oranına ne kadar olduğuna bakılır. İkincisi yeşil alandır. Mesela Türkiye’de yolda çocukların oynayacak yerleri yok. Kaldırımlara arabalar park etmiş durumda. Kuzey Kıbrıs’ta da kentler arabalara göre planlanıyor. Hayır kent yaya göre planlanır. Kentler yayanın ve bisikletlinindir. Trafiğe ya da arabalara göre kent planlaması yaparsanız, yaya ve bisikletli için ölümcül duruma gelir. Tabi bu eksoz gazı, toz, çamur ve kenti düzenleyemezsiniz. Kentlerde yaya bölgeleri çok önemli, herkes nerdeyse arabasını iş yerinin kapısını önüne kadar taşımak istiyor. İki taraflı park edilmiş arabalar mevcut, tanıdık olduğu zaman herkes birbirine göz yumuyor. Esas problem budur.
“Çevre politikası şart”
Kent dışına çıktığımızda piknik alanı olacak yeri çöp yığını yapmışınız, çöplüklerin de doğru dürüst alt yapısını kurmamışınız. Diğer taraftan aklınıza estiğiniz yerde taş ocağı açıyorsunuz. Her yerde taş ocağı açamazsınız açtığınız yerleri de rehabilite etmek zorundasınız. Çöplük oluşturduğumuz alanlar topluma sürekli hastalık yayan, kirletici yayan bir merkez haline geliyor. Kurduğumuz sanayi tesislerinde yönetmeliklerimiz var ama gerekli kirletici maddeleri ve atıkları arıtmadan, baca gazlarını süzmeden hava verdiğimiz zaman bu sefer hava kirliliği ve su kirliliğine yol açıyoruz. Bu dolaylı olarak ve doğrudan toprak kirliliğine yol açıyor. Toprağı kirleten maddelerin bir kısmı bitkilerin ve sebzelerin yapısına girip, sofralara oradan da benim ve çocuğumun vücuduna giriyor. O zaman da bunların gerçek çevre politikası olması lazım ama çevre politikasını yaparken de kamunun da desteği gerekiyor. Bazen çevre dostluğunun ufak bir maliyeti oluyor, toplumun da buna katkı yapması lazım. Aşırı enerji ve su savurganlığı başka felaketlere yol açıyor. Toplum katkı yapmalı ama bu istenilirken de resmi kuruşlarda bunu olumlu hale getirecek, özendirecek tedbirleri almalı. Çevre dostu olanın da bundan pozitif sonuç görmesi gerekir. Çevre sorunları çok boyutludur bunun için politikacı uzmanlardan önce toplumu dinlemesi gerekir. Politikacıyı çevreci yapmanın yolu seçmenin ondan bunu talep etmesiyle olur.