Hüseyin Bahca
huseyinbahca1989@gmail.com
Yedi metrelik bir teknedeyiz. Tekne İbrahim’in. Benzinimiz ful. Üç kişiyiz. Volkan, İbrahim ve ben; yani Atlantis. Mesaiden sonra buluşan ve susmayı delice özleyen üç iş arkadaşı... Mağusa Limanı’ndan çıkıyoruz yolculuğa. Liman, yeşil-mavi ve az biraz hareketli. Hiç konuşmadan yatların ve balıkçı teknelerinin olduğu rıhtımdan demir alıyoruz. Bir süre sonra, tersaneden gelen çekiç sesleri ve rıhtımdan yayılan bağırışlar arkamızda kalıyor. Hiç konuşmadan ilerliyoruz. İlkin yolcu gemilerinin yanından geçiyoruz, daha sonra savaş gemilerinin, hemen ardından yük gemilerinin. Gemilerin yanından geçtikçe ne kadar küçük olduğunun farkına varıyorum teknedeki cüsselerimizin... Su uyuyor. Suyun uyumasına neden olan dalgakıranlar. Geçmişini bir türlü öğrenemediğim dalgakıranlar. Kimine göre Polonyalıların inşa ettiği, kimine göre Norveçlilerin. Uyuyan suyu yırtıyoruz. Güneş şimdilik tepemizde. Rüzgâr yok. İlerledikçe biralarımızı yudumluyoruz. Konuşmamak yeni bir nefes almamızı sağlıyor…
Limanın iç bölümünden çıkar çıkmaz dalgakıranları sağ tarafımıza alarak Maraş’a doğru yöneliyoruz. Su, şu an bulunduğumuz yerde pek uyumuyor. Biraz kıpırtılı, huysuzlanmaya meyilli. Denizin dibine bakarak derinliği ölçmeye çalışıyorum; tahmini 22 – 23 metre. Yüzme bilmeyen biri için ölümcül, yüzme bilen biri içinse eşsiz bir özgürlük! Ama ben biliyorum yüzme. Dedem öğretti bana yüzmeyi. Zayıflayan gözleriyle bulduğu her fırsatta Mağusa Limanı’nı seyreden dedem ya da en sıkı sırdaşım…
Doygunlaştıkça doygunlaşan günün ortasında süratlenerek ilerliyoruz. Süratlendikçe tekne, tek-ayak oynayan bir çocuk gibi sekiyor ve yükseldikçe yükseliyor makinanın sesi. Dalgakıranların, Askeri Liman’ın, karaya vuran geminin yanından geçiyoruz. Laguna’ya yakınlaşınca yavaşlıyoruz. Etrafta dalgıçlar olabilir çünkü. Laguna’nın kayalıklarında balık avlayan Mağusalılarla selamlaşıyoruz. Mağusa küçük şehir. Herkes herkesi bir yerden tanır.
Yavaşladığımız zaman rüzgâr doğudan esmeye başlıyor. Güneş, yolculuğa başladığımız zamanki yerinde değil. İşin aslı; dünyamız döndüğü, güneşse sabit durduğu için; dünyamız yine olması gereken saatte, olması gereken yerde… Kısacası insanlık her ne kadar güneşi batırıp doğursa da güneş, yerini hep kendi duruşuyla belirlemekte… Laguna’nın hemen ardından Palm Beach Hotel’in ve Halk Plajı’nın açıklarından geçiyoruz. Birçok insan var kıyıda. Kuşlar, insanların üzerinden geçerek çürümeye terk edilen binalara konuyor. Kuşların kuyruklarına bağlamak istiyorum söylemek istediklerimi. Belki taşırlar diye cümlelerimi gitmesini istediğim yerlere. Ama yapamıyorum.
İkinci Kayalıklar’da fark ediyorum ki; evrendeki soyut/somut tüm varlıklar kendi yolunda ilerliyor bir şekilde. Kimisi çok hızlı, kimisi yavaş, kimisi her an duracakmış gibi; kaplumbağa hızıyla. Ve orta hızlı bir süratle giriyoruz Maraş’ın karasularına. “Kıyıya 200 metre yaklaşmadığımız sürece asker sorun çıkarmaz”, diyor İbrahim. Volkan’sa, başını sallayarak onaylıyor. Ben, “dünyanın en hüzünlü kartpostalı”, diyorum. İkisi birden cümlemin ağırlığını kavrayarak gözlerime bakıyor. Ve demir atıyoruz dünyanın en hüzünlü kartpostalının karşısında, biralarımızı yudumlamak, makinayı dinlendirmek ve az biraz kırmak için aşırıya kaçan sessizliği, birbirimize anlatacaklarımızla…
Zamanın içindeki durgunluğuyla çürüyerek bekliyor Maraş. Sessiz. Aşırı derecede sessiz. Unutmuş gibi çocuk seslerini ve alışkın olduğu lisanları. Büyük bir sözü varmış ve söylemeye engelleniyormuş gibi… Yıkık binaların pencerelerinden el sallıyor hikayelerini anlatmak isteyen hayaletler. Ne İbrahim görüyor hayaletleri, ne da Volkan… Ben da görmezlikten geliyorum; şimdilik...
Çocukluğumuzdan getirdiğimiz rivayetleri anlatıyoruz birbirimize Maraş’a dair. Benim anlattığım her şey duyum üzerine. Bu hikayelerin hepsini büyüklerim anlattı bana. Kimisi çok masumane, kimisi çok kanlı. Onların anlattıklarıysa, ilk kez duyduğum sınır geçen çocuksu keşifler, ganimet hikayeleri, Ordu Evi’nde yenilen aile yemekleri. Birbirimize aktardıkça bildiklerimizi çoğalıyor belleğimizdekiler. Yirmi - yirmi beş dakika sonra; Maraş’ın arkasında buluyoruz güneşi. Lacivertin, altın-sarısının ve siyahın baskın olduğu bir siluet görünümü alıyor dünyanın en hüzünlü kartpostalı...
Bu manzara karşısında göğüs-kafesimde ıslığa benzeyen bir ses yankılanıyor. Bu ses dedemin sesi: “Eskiden, bir insan yaşamına göre çok eskiden, yarım asır önce, bir deniz, bir liman şehriydik. Gemiler gelirdi. Alman, İngiliz, Arap gemileri. Gece-gündüz işlerdik. Hamallıktan kazanırdık ekmeğimizi. Ve panayırlar kurulurdu deniz kenarlarında. Yedi gün yedi gece süren panayırlar. Tel yoktu deniznan aramızda. Herkes dilediğince kutlardı bayramını/paskalyasını. Deniz tüterdi her Mağusalı. Maraş’ta geçti gençliğim, bir daha giremeyeceğimi bildiğim o güzelim Maraş’ta…”
Göğüs-kafesimdeki ses kesilir kesilmez, zihnimin dar odalarında bir maddeymiş gibi parçalara bölüyorum dünyanın en güzel şehrini, Mağusa’yı… Tarihin sayfalarından, gündelik yaşamımıza kadar analiz etmeye çalıştıkça tarif edilemez bir ağrı saplanıyor şakaklarıma! Gelmiş geçmiş tüm krallar, kraliçeler, padişahlar, şövalyeler, imamlar, papazlar, bakanlar, vekiller, kaymakamlar, belediye başkanları, cumhurbaşkanları, subaylar, astsubaylar, bayraklar, camiler, dergâhlar, kiliseler, şapeller, tapınaklar birbirine ulanarak beliriyor gözkapaklarımda! Görüntüler hızla gelip gittikçe midem bulanıyor. Hiç ikiletmeden kusuyorum. Gülerek “hayvan gibi içen adamı deniz tuttu”, diyor İbrahim ve Volkan, yüzlerini ağzımdan çıkan safra-rengi yüzlerden kaçırarak. Yaşaran gözlerimle ikisine da dik dik bakarak “hayır!” dercesine susuyorum. Susup önlerine dönmeleriyle gözlerimi yumarak uzanıyorum teknenin ıslak güvertesine...
Mart – Haziran 2019