Denizin serinliğinde Kıbrıs sorununun sıcaklığı…

Tayfun Çağra

Sabahın erken saatlerinde girilen denizin o saatlerdeki nispeten serin suyunda çok sıcak geçecek güne hazırlanmak isteği ve dingin su.

Karıncanın su içebileceği kadar nazlı ve davetkâr suyun içinde güneşin ilk saatlerini karşılamak…

Denizde o saatlerde ancak birkaç kişiye rastlayabileceğiniz sessiz, sakin, pırıl pırıl temiz su ve yalnızlığın çekiciliği…

Birkaç kulaç attıktan sonra sırt üstü uzanmış, kollar iki yanda, gözleriniz gökyüzünün mavisinde gezinirken günün getireceği herşeyi karşılamaya hazır durumda iken “günaydın” sesiyle başlayan denizdeki bir sohbet;

Kıbrıs sorunundan, denizin sakinliğinde o saatte bile kaçmak mümkün değil.

“Eve geldim arabayla… Yaşlı bir adam arabanın penceresine yapıştı. ‘Bu evi buraya nasıl yaparsın, bu toprak benim’ dedi. Adam haklı, anlatmaya çalıştım, anlamadı adam, nasıl anlasın, malının üzerine birileri ev yapmış oturuyor… Adama hak verdim ama yapacağım bir şey de yok. Bereket torunları yanındaydı, onlar anlayışlı, aldılar adamı uzaklaştırdılar.”

***

Bir şey yapmak lazım dedi deniz arkadaşım, başından geçen olayı anlattıktan sonra…

Evet, Rum’un malına ev yaptı çoğumuz gibi ama yaşlı Rum’un halini anlayışla karşılıyor, bu sorunun bitmesinden başka çere olmadığını söylüyor.

“Tazminat, mazminat, bir şekilde bitsin artık bu dert” diye devam ediyor…    

Haklı, hem de çok. Bu sistemin yarattığı durumu yaşıyor, hepimiz gibi… Yaşlı adam ise haklı olarak dünya hukukunda yeri olmayan sisteme isyan ediyor…

Annan Planı’nı hatırlattım. Üzerinden 20 yıl geçti. Uluslararası fonlar vs… O zaman da çok zor bir sorunun çözümü formülünde kafalar çok karışık, ümitsizdi iki toplum…

Ancak şimdi o günün de üzerinden 20 yıl daha geçti. Sorun daha da büyüdü.

Düğüm daha da ilmeklendi.

Gözdağı vermek niyetiyle Kıbrıs’ın güneyinde başlayan tutuklamalar elbette ki bu taraftaki sektörü olumsuz etkileyecektir.

Hatta etkilemeye başladı bile…

***

Külliye yaptırma derdindeki Saray ne alemde peki?

O Külliye ile birlikte Türk Devletleri Teşkilatı’na girme sevdasında… O Teşkilat ki önce ‘Zirve’ olarak başlayıp 2009 yılında Nahçıvan Anlaşmasıyla Teşkilat’a dönüşmüş o Anlaşma’nın önsözünde şunlar yazıyor; üye devletlerin Birleşmiş Milletler Antlaşması'nda yer alan amaç ve ilkelere bağlı kalma iradesini teyit etmekte ve Türk Devletleri Teşkilatının ana hedefini, bölgede ve dünyada barış ve istikrara ortak katkılarda bulunmanın yanı sıra Türk dilleri konuşan devletler arasındaki kapsamlı iş birliğini daha da derinleştirmek olarak tanımlamaktadır. Üye devletler, demokratik değerlere, insan haklarına, hukukun üstünlüğüne ve iyi yönetişim ilkelerine bağlılıklarını sözde teyit etmişlerdir.

İnsan hakları, hukukun üstünlüğü ilkelerinin olduğu bir Teşkilat’a KKTC’nin gözlemci olarak değil de tam üye olarak katılması Teşkilat’ın misyonunu ne hale getirir acaba!

İşte KKTC şimdi gözlemciymiş de, girerse çok iyi olacakmış da falan filan… Ne olacak peki? Yukarıda bahsettiğimiz uluslararası hukuksuzluk birden hukuk içine mi girecek? Rumlardan kalan malları dağıtmak, peşkeş çekmek, satmak, sattırmak yasal zemine mi kavuşacak?

“Neden yaptın toprağıma bu evi?” diyerek ağlayan yaşlı adamın gözyaşları mı dinecek? Çaresizce sistemin içinde yaşamaya çalışanların dertleri sona mı erecek yoksa bu sistemden rantlanıp beslenenlerin rantları son bularak herşey normale mi dönecek?

Ne işe yarayacak?

Herhalde son şıkkı daha da güçlendirmek içindir tüm çabalar… Sorunun çözümü için, gözyaşlarının dinmesi için değil.

Ranta rant katmak için.

Atanmış hükümet ne yapıyor peki? Ya başındaki, adına da Başbakan denen Ünal Üstel?

Juju gibilere daha da ayrıcalık yaratabilmek için uğraşıyor garibanlar… Onları sormayın bile… İşleri başlarından aşkın!