Annan Planının ve Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne üyeliğinin yirminci yılında o dönemin olaylarına yeniden bakarak bir dizi değerlendirmeler yapılmaktadır.
Lorda Hannay, Alvaro De Soto ve Günter Verheugen gibi o dönemin önemli aktörlerinin görüş ve değerlendirmelerine bu köşede yer verdim.
Bu yazımda, 1993-2003 arasında Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan ve “Kıbrıs’ı AB üyesi yapan kişi” olarak anılan Glafkos Kliridis’in görüşlerine yer vereceğim.
Kliridis’in anlatısı oldukça ilginçtir. Okuyucuların da göreceği gibi, Kıbrıs’ın çözüm olmadan AB üyesi olmasında çeşitli etkenler rol oynamıştır. Örneğin, Yunanistan’ın Kıbrıs’ın üye yapılmaması durumunda AB’nin genişlemesini onaylamayacağı tehdidi gibi...
Fakat hiçbir şey, Türk tarafının 2002-2003 arasında takındığı uzlaşmaz tutum kadar etkili olmamıştır. Nitekim Kliridis, “Denktaş bana AB üyeliğini altın tepsi içinde sundu” diyor.
Aşağıda okuyacağınız Kliridis ile yaptığım diyalog, 2007 yılında yayınladığım “Glafkos Klirides, Bir Kıbrıs Yolculuğu” adlı kitabımdan alınmıştır.
“Müzakere heyetinde yer al”
N.K: 1996 yılında, Hükümetler Arası Konferans’tan altı ay sonra Kıbrıs’ın AB’ye üyelik müzakerelerine başlayacağı doğrultusunda bir karar alındı. Kıbrıs, üyelik müzakerelerine başlama kararını, Türkiye, AB ile Gümrük Birliği imzalamak istediğinde elde edebildi.
Bu noktada Yunanistan’ın belirleyici olduğu anlaşılıyor. Yunanistan, Türkiye’nin Gümrük Birliğine üyeliğini, Kıbrıs’ın Hükümetler Arası Konferans’tan altı ay sonra üyelik müzakerelerine başlama şartıyla kabul etti. Böylece, müzakerelere başlama kararı alındı ve Kıbrıs, 1998 yılında, üyelik müzakerelerine resmen başladı.
Siz, 1998 yılının Mart ayında, Londra’yı ziyaret ettiniz ve İngiliz Başbakan Tony Blair ile Kıbrıs’ın üyelik müzakerelerini yürütecek ekibin içinde Kıbrıslı Türklerin de yer almasını görüştünüz. Anlaşılan, İngilizler de sizi bu doğrultuda teşvik etmişti. Siz, o dönemde ilginç bir çağırı yaptınız ve Kıbrıslı Türklerin müzakere heyeti içinde yer almasından ve hatta, Kıbrıslı Türklerin AB yardımlarından yararlanmasından söz ettiniz. Yine aynı dönemde, Kıbrıslı Türklerin Avrupa Birliği’ne mal satmalarını gündeme getirdiniz. Bunlar oldukça ileri önerilerdi. Bu önerileri yapmanız için İngilizler size baskı yaptı mı yoksa bunlar ortak görüşleriniz miydi?
G.K.: Ben İngiltere ziyaretimden önce, Kıbrıs’ta görev yapan Yüksek Komiseri ziyaret etmiştim. Ona, “Kıbrıslı Türklerin müzakere heyetinde yer alması için Denktaş’a öneri götüreceğim” dedim. Yüzüme hayretle baktı. Söylemek istediğim şudur: İngilizler bana, ‘şunu şunu yapmanız lazım’ demediler.
N.K.: Demek fikir sizden geldi. Yine de, Lord David Hannay’nin yazdıklarına göre, Denktaş önerinizi reddedince Kıbrıs Rum tarafı derin bir “oh” çekmiş...
G.K.: Evet, diğer taraf öneriyi reddedince Kıbrıs Rum tarafının rahatlamış olduğu doğrudur.
N.K.: Sayın Başkan, bir ara Kıbrıs’tan Richard Holbrook da geçti. Holbrook, Türkiye, AB üyeliği yolunda ilerlemeden, Kıbrıs sorununun çözülemeyeceğini görenlerin başında geliyordu. Çözüm ortamı yaratmak için, bir yandan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, diğer yandan da Türkiye’nin AB yolunda ilerlemesi gerektiğine inanıyordu. Öncelikle bunun doğru bir tespit olduğunu söyleyelim. Ne var ki, Avrupa Birliği, Lüksemburg Zirvesinde (1997) Türkiye’yi üyeliğe aday ülke olarak kabul etmediği için, Holbrook’un girişimi başarısız oldu ve adayı terk etmek zorunda kaldı.
Richard Holbrook Kıbrıs ziyareti esnasında, Kıbrıs Türk tarafının ayrı bir birim olarak fiilen tanınması anlamına gelen “acknowledgment” tezini ortaya atmıştı. Ancak, Rauf Denktaş bu tezi de reddetmişti. Bunu üzerine Holbrook, dünya kamuoyuna şu açıklamayı yapmıştı: “Rauf Denktaş orada olduğu sürece çözüm olmaz”.
G.K.: Holbrook, Rauf Denktaş’ın adını duymaya bile tahammül edemiyordu.
N.K.: Holbrook, Türkiye’nin AB perspektifi için çok çalışmış biri olarak Denktaş’a karşı çok öfkeliydi.
“Bir gün AB üyesi olursak, Denktaş’ın heykelini dikmemiz gerekir”
G.K.: Ben, bir zamanlar şaka yoluyla çalışma arkadaşlarıma, “bir gün AB üyesi olursak, Denktaş’ın heykelini dikmemiz gerekir” demiştim. Çünkü, izlediği politika sonucunda hem Amerika Birleşik Devletleri, hem de Avrupa tarafından “ümitsiz vaka” olarak görülüyordu.
N.K.: Rauf Denktaş, 2000 yılında görüşmelerden ayrıldığını açıkladığı zaman tepkiniz nasıl oldu? “Aman ne iyi, biz AB üyesi oluncaya kadar evinde otursun” mu dediniz?
G.K.: Ben, Denktaş’ı çok zeki biri olarak biliyordum. Ancak, eski halinden eser yoktu. Bu adamın, benim tanıdığım Denktaş olmadığını düşündüm. Bunda sanırım Mümtaz Soysal’ın da etkisi vardı. Görüşmelerin ilerlemediğini görüyor, benim ise AB üyeliğine doğru ilerlemek istediğimi biliyordu. Bana AB üyeliğini altın tepsi içinde sundu.
N.K.: Sayın Başkan, AB’nin Helsinki Zirvesi tarihi bir dönüm noktasıydı. Kıbrıs’ın AB üyeliği bakımından birinci tarihi dönüm noktası Türkiye’nin Gümrük Birliği anlaşmasını imzalaması ise –ki bu Kıbrıs’ın üyelik müzakerelerine başlamasını sağlamıştı-, ikinci tarihi dönüm noktası, Helsinki Zirvesi’nde alınan kararlardı. Ne var ki, pek çok Kıbrıslı Rum, Helsinki Zirvesi kararlarından memnun değildi.
Helsinki kararının çok önemli bir karar olduğunu düşünüyorum. İki taraf da baskı altına alınıyordu. Kıbrıs’ın çözüm olmadan AB üyesi olabileceğini karar altına alması, Türkiye’ye dönük bir baskı oluştururken, karara düşülen bir notla Kıbrıs Rum tarafı da baskı altına alınıyordu. Bu notta şöyle deniyordu: “çözüm bulunmadan Kıbrıs’ın AB üyeliğinin gündeme gelmesi durumunda, AB Konseyi bütün parametreleri göz önünde bulunduracaktır”.
Böylece AB, zekice ikili bir strateji geliştirdi: Çözümsüzlük durumundan Türk tarafı sorumlu olursa, Kıbrıs çözüm olmadan üye olabilecekti. Yok eğer, çözümsüzlükten Kıbrıslı Rumlar sorumlu olursa, o zaman Helsinki kararına düşülen not devreye girecek ve “bütün faktörler göz önüne alınacaktı. Yani, ancak çözüm için işbirliği yapmanız durumunda, AB üyesi olabilecektiniz.
G.K.: Kıbrıslı Rumları rahatsız eden de bu idi ama beni rahatsız etmiyordu. Çünkü benim yaptığım ve daha sonra doğruluğu ortaya çıkan bir değerlendirmeye göre, Denktaş tavır değiştirmeyecekti, bu durumda da Helsinki kararındaki o not, gündeme gelmeyecekti.
Günter Verheugen ile yaptığımız bir görüşmede kendisi bana aynen şöyle demişti: “Bakın, Avrupa Birliği’ne üye olacaksınız, çünkü AB genişlemek istiyor ve bütün ulusal parlamentoların onayı olmadan bu gerçekleşemez. Yunan Parlamentosu, içinde sizin bulunmadığınız bir genişlemeyi onaylamayacağı konusunda bizi ikna etti.”
Bu durumda rahatsızlık duymuyordum. Bir yanda uzlaşmazlığını sürdüren bir Dentktaş vardı, diğer yanda bildiklerim vardı, yani, Avrupa Birliği genişlemeden yanaydı ve genişleme bizsiz olursa, Yunan Parlamentosunun bunu onaylamayacağına ikna olmuşlardı.
Ama buna gerek yoktu. Nasıl olsa, Denktaş çözüm yapmak istemiyordu.
N.K.: Sayın Başkan, yani stratejinizi Denktaş’ın uzlaşmaz tutumu üzerine mi kurdunuz?
G.K.: Elbette. Bunu istediğimden değil ama bana bunu kendisi sundu.
N.K.: Lord Hannay, bir yorumunda, Denktaş’ın tutumunu “Kamikazi Diplomasisi” olarak değerlendirdi.
G.K.: Denktaş, izlediği politikanın yabancıları ikna edici olmadığının farkında değildi. Yabancıların aldığı tek mesaj, onun “uzlaşmaz bir insan” olduğu ve onunla çözümün olamayacağı yönündeydi.
N.K.: Sayın Başkan, 2002 yılının Aralık ayına doğru yol alırken, yani Kıbrıs’ın AB üyesi olmasına çok az bir süre kalmışken, -ki bu durum hem Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, hem de Cumhuriyetin Kıbrıs görüşmelerde elini güçlendirecekti- Glafkos Kliridis’in çözüm aradığını, esnek davrandığını ve yaratıcı öneriler yaptığını gördük. Şunları sormak istiyorum: Kıbrıs sorununu AB üyeliğinden önce çözmek isterken, “tarihe, Kıbrıs sorunun çözen siyasetçi” olarak mı geçmek istiyordunuz? Yoksa, “nasıl olsa Rauf Denktaş sonuna kadar “hayır” diyecek, bu durumda benim hiçbir kayıbım olmaz, varsın taktik açılımlar yapayım” mı diye düşünüyordunuz?
Yoksa, Avrupa Birliği size baskı mı uyguluyordu? Ya da Helsinki kararında yer alan o “ünlü notun gündeme gelmesinden mi korkuyordunuz?
AB’ye üye olmaya bu kadar yaklaşmışken, siz neden çözüm konusunda acele ediyordunuz?
G.K.: Cumhurbaşkanı seçildiğimde biri Kıbrıs sorununu çözmek, diğeri de Kıbrıs’ı AB üyesi yapmak gibi iki amacım vardı. Kıbrıs görüşmelerinin seyri açıkça göstermişti ki, Kıbrıs, AB’ye katılmadan önce sorunun çözülmesi imkansızdı. Katılımdan sonra, hem Kıbrıs Türk toplumunda hem de Türkiye’de yeni bir ortamın oluşacağına inanıyordum. Türkiye, AB ile üyelik müzakerelerine başlamak istiyordu. Kıbrıs Türk tarafının, yani Denktaş’ın, çözümde çıkarı olan Türkiye’nin baskıları sonucunda değişeceğini umuyordum. Uyanmış bulunan, yollara dökülen ve bizimle birlikte AB’ye girmek isteyen bir Kıbrıs Türk toplumu olduğunu görüyordum. Ayrıca, Türkiye’nin AB üyesi olmak için heyecanla müzakere tarihi istediğini görüyordum ve böyle bir ortamda, Kıbrıs sorununu belki çözeriz diye düşünüyordum. Tabii işin içinde ihtiraslarım da vardı. “Bizi Avrupa’ya sokan adam” desinler isterdim, “Kıbrıs sorununu çözen adam” olmak isterdim.
“İmzalayacak olsalardı, Ertuğruloğlu değil Denktaş’ın kendisi gelirdi”
N.K.: Siz 2002 yılında Kopenhag’da Türk tarafının gelip gelmeyeceğini bilmiyordunuz. Sonunda Tahsin Ertuğruloğlu ortaya çıktı. Son dakikaya kadar Türk tarafının Annan Planını imzalayıp imzalamayacağını bilmiyordunuz. Sürprizlere karşı hazırlıklı mıydınız, yoksa planı imzalamayacaklarından emin miydiniz?
G.K.: Ben, Türk tarafının planı imzalamayacağından yüzde yüz emindim. İmzalayacak olsalardı, Denktaş’ın kendisi gelirdi.
Kopenhag’da beklerken, De Soto’dan bir telefon geldi. Şöyle diyordu: “Türkler, imza yetkisi olan birini gönderdiler, sizin de gelmenizi bekliyoruz”. Biz o esnada, bana refakat eden Ulusal Konsey toplantısındaydık. Toplantıda tam bir kargaşa yaşanıyordu, “ne yapacağız, nereye gidiyoruz?”. Ben hiç konuşmuyordum. Bir mektup yazdırmaya karar verdim. Mektupta şunlar yazılıydı: “Elimde Rauf Denktaş’ın açıklaması vardır. Denktaş, hiç kimseye imza yetkisi vermedik diyor. Eğer bana her hangi birine imza yetkisi verdiğine dair bir belge gösterirseniz, ben toplantıya gelmeye hazırım. Böyle bir belge veya açıklama gösteremezseniz, bu durumda benim toplantıya katılmama gerek yoktur. Orada bulunmak üzere birini gönderirim.”
Gerçekten de Alekos Markidis ile Yorgs Vasiliou’yu oraya gönderdim ve onlara şöyle dedim: “Gidin, orada bekleyin! Eğer size, Türkler Annan Planını imzalamak için geldiler” derlerse, o zaman ben de gelirim”. Kısa bir süre sonra De Soto yeniden telefon açtı, “bir yanlış anlama olmuş, imzalamayacak” dedi.
N.K.: Kostas Simitis, yazdığı bir kitapta, çok önemli saptamalarda bulundu. Öyle anlaşılıyor ki, pek çok Avrupalı liderin Kıbrıs’ın çözüm bulunmadan AB üyesi olması konusunda tereddütleri vardı. Jacque Chirac ve Gerhard Schröder gibi Avrupalı liderler, Kıbrıs sorunu çözülmeden Adanın AB üyesi olması durumunda, Kıbrıs Rum tarafının katı taraf olacağını görmüşlerdi. (Kıbrıs sorununu BM zemininden ve BM kararlarından uzaklaştırmak isteyeceği anlamında).
G.K.: Bu, benim de tespit ettiğim bir sorundu. Çeşitli liderler ve AB ülkeleri büyükelçileri ile bir araya geldiğimde, bizim, AB üyeliğini, sırf görüşmelerde elimizi güçlendirmek için istediğimiz konusunda ve AB üyesi olduktan sonra pozisyonumuzu sertleştireceğimiz konusunda şüpheleri vardı.
N.K.: Yanılmamışlar...
G.K.: Onlara defalarca bizi sadece çözümün ilgilendirdiğini anlattım ve nedenlerini sıraladım.
İnanıyorum ki, beni dinleyenlerin çoğu, söylediklerimde samimi olduğumu ve gerçekten çözüm istediğimi kavramışlardı.
Benim bir avantajım daha vardı. Denktaş’ın her konuda takındığı retçi yaklaşım, BM’ye, düzenlediği bilgilendirme toplantılarında, Kıbrıs Rum tarafının istekli ve iyi niyetli olduğunu, Türk tarafının ise her şeyi reddettiğini söyleme fırsatını veriyordu.
N.K.: Sayın Başkan, Kopenhag Zirvesinde Kıbrıs Rum tarafı telaşlıydı. Öyle anlaşılıyor ki, size refakat eden parti başkanlarının çoğunun önceliği Annan Planını imzalayarak Kıbrıs’ı çözüme kavuşturmak değildi. Onların öncelik verdiği şey, Kıbrıs’ın AB üyesi olmasıydı. Türk tarafının Annan Planını imzalamak için Kopenhag’a gelme olasılığı karşısında sevinecekleri yerde, sinirlenerek tepki göstermişlerdi.
G.K.: Tepki göstermişlerdi çünkü, Türkler imzalasaydı, herhalde biz de imzalayacaktık...