DEVLET SANATÇI İLİŞKİSİ…

DEVLET SANATÇI İLİŞKİSİ…


Neriman Cahit

Bir grup üniversiteliyle konuşuyoruz.
Öğretmenleri ödev vermiş: “Devlet Sanatçı ilişkileri konusunda.” Randevu istediler, verdim. Ağırlıklı olarak üzerinde durdukları: “Devlet kendi değer yargılarını benimsetmek yolunda sanatçılardan ne bekleyebilir: Uyumluluk, yumuşak başlılık, ağır eleştiriler vb. olabilir mi?” ilk soruları…
Çok eskilerde – özellikle de “Buyurganlık Döneminde: “Kapıkulu Sanatçıları” böyleydi; ama, o günler çok gerilerde kaldı… Artık, uyumlu, yumuşak başlı, boynu eğik sanatçı bulmak, eskisi kadar kolay değil… Çağdaş sanatçılar daha onurlu, başına buyruk, sözünü sakınmaz… Kimseye boyun eğmeden üretip yaşıyor…
İş vermek ya da vermemek gibi çeşitli ‘Demokles Kılıçları’ kullanılıyorsa da yeterli olunuyor. Ağırlık yasalarda…

***

Şöyle bir soru geliyor akla bu yaklaşım üzerine:
- Peki, çağımızda sanatçı her zaman ve her durumda devlete karşı çıkan kişi midir?
Bu soruya tek sözcükle: “Evet” denemez.
Sanatçı, devletin temel aldığı ‘değer yargılarını’ benimseyen ve bunların yayılmasını isteyen ve sanatını bu yolda kullanan kişi de olabilir.
Ya da, bazılarını benimseyip bazılarını ise benimsemeyen… Özellikle de: “Susan ya da konuşan bir kişi…”

KONUŞAN YA DA SUSAN SANATÇI…
Sonuçta: Devlet, kendinden yana sanatçılara yakınlık duyar, onları destekler… Ama, temel aldığı ‘değer yargılarını’ irdeleyen, tartışan kişilikli sanatçılardan da tedirginlik duyar… Kendine karşı konuşan sanatçıları ise susturmanın yollarını dener…
Konuşan sanatçılara genel yaklaşım budur. Susan sanatçılara ise: Sorun yok, onlar sustukları kadar ister devlete karşı, ister devletten yana, bir şey değişmez…
Devletten yana konuşanlar kadar olmasa da, susan sanatçılar da el üstünde tutulur…
Aslında, devletin sanatçılardan gelecek bir desteğe de pek ihtiyacı yoktur… Onun için de, sanatçılara gösterdiği ilgi hem kısıtlı hem de gönülsüzdür… Devlet için önemli olsan: Sanatçıların bir ‘karşı güç’ olarak ortaya çıkmamalarıdır. Ya devletin yanında yer almalı ya da susmalıdırlar…
Kapıkulu sanatçıları başarıya götüren yol, genellikle suskunluktan geçiyor…

***
Sanatçı, başkalarının düşüncelerini / ortak düşüncelerini yansıtmak için de konuşabilir sırasında ama öncelikle özlenen, onun, kendi düşüncelerini, duygularını yansıtmasıdır. Bu durum sanatçıyı, “üstün insan, her şeyi en iyi bilen insan” yerine koymak anlamına da gelmez…
Sanatçı, işi gereği, insanlarla ilişkilerinde ‘algılama, sezme, değerlendirme gücü’ çok yüksek bir düzeye çıkabilen, aşırı duyarlı bir kişidir. Aydın, iyi okumuş, bilgili olmanın da üstünde bir özelliktir bu duyarlılık.
Onun için de, sanatçının konuşması, herhangi bir aydının konuşmasından ‘başka’ bir şeydir…
Değişik bir sözdür…
Bunu, başkalarına anlatmak ne kadar güçse…
Vurdumduymazlık batağında çalıp oynayanlara da anlatmak o kadar güçtür…

 

----------------------------------------------------------------------------------------

ARTIK YETER… YETER OLSUN…

Gözleri, bilinmezin ağır girdabında çırpınan iki yaralı kuş gibiydi…
Bakmaktan korktuğum, üşüdüğüm…
Elleri, batmakta olan bir sandalı tüm fırtınalara karşı, su yüzünde tutmaya çalışan, yorgun, huzursuz, devingen…
Onun karşısında, gözlerimi ve ellerimi nereye koyacağımı… Onca üşümüşlüğümü, hangi umudun sımsıcak ateşinde dillendireceğimi bilmeden…
Öylesine şaşkın, kararsız…
Ağlamaklı…

***
İlkokulda öğrencimdi…
Çok zeki, gayretli, çalışkan bir çocuktu…
Yıllardır, onu görememiştim…
Dün… Birdenbire… karşımda buluverince…
Önce sevinç kuşlarım başladı kanat çırpmaya…
Ona doğru, heyecanlı bir kanat çırpış.
Ama, konacak bir dal bulamamanın tedirginliğiyle…

***
Yüzümdeki ifade ne ki…
Şaşkınlık mı… Hüzün mü… Gözyaşı mı?..
Ona, ne ilettiğimin ayırdında değilim…
Ama o anlıyor… Ve, kesik kesik anlatıyor:
- Üniversiteye giriş sınavlarınla yüksek bir puan tutturmuştum… Ortadoğu Üniversitesi’ne girerek iyi bir derece ile mezun oldum… Orada kalıp, bir iş bulabilir ve bedelli askerlikten yararlanabilirdim… Ama ben, ülkemi çok seviyorum… Hemen dönüp, mecburi askerliğimi yaptım… Ama,
Ondan sonrası gelmedi… Dört yılı geçti işsizim…
Müracaat ettiğim her münhalde, ‘başarısız’ sayılıyorum. Yüzüme, bütün kapılar kapanıyor… Artık, bütün umutlarımı kaybettim… Aileme daha ne kadar yük olacağım…
Ama artık, kararımı verdim: ya Kanada ya Avustralya’ya gideceğim…
Öyle bir duruma geldim ki: Kendi ülkemden de, politikacılardan ve bütün yaşananlardan da ürküyor, korkuyor ve nefret ediyorum…
Çok sevdiğim memleketim adeta boğuyor beni…
Boğuluyorum…
Biz gençlerin geleceğini çaldılar, yaşama sevincimizi körelttiler…
Pek çok arkadaşım da aynı durumda…
Onlar da bir yerlere göç etmenin planını yapıyorlar…

UTANÇ VE SUÇLULUK…
Onun karşısında duyduğum utanç ve suçluluk, yüzlerce / binlerce kara diken gibi yüreğime, beynime, vicdanıma batarken… Ona, birkaç yıl önceye kadar, diğer gidenlere söylediklerimi söyleyemedim…
“Gitme, kal güzelim… gitme kal… Hep birlikte mücadele edelim… Bu çürümüşlüğü, sizlerin pırıl pırıl kişilikleri, yetenekleri ve heyecanları ancak… UMUDA… Ve GÜZEL GELECEĞE DÖNÜŞTÜREBİLİR…” diyemedim…

***
Yıllar… Yıllar… Yıllardır…
Bitmeyen bir iştah… Kör olası bir hırs, hırsızlık, yalancılık ve her türlü üç kağıtçılıkla… Bizi kemirenler…
Bizi bugünkü içinden çıkılmaz “çürümüşlük batağına” getirenler…
Pisliklerini, bayrak ve vatan nutuklarıyla örterek bizi ve çocuklarımızın geleceğini akbabalar gibi durmadan gagalayanlar…
Onların, o kör olası hataları yüzünden… Çocuklarımızı, suskun birer kumru gibi uzaklara…
Uzak, kırağı tutmuş mevsimlere gönderdik…
Ama… Artık yeter…
Yeter olsun…

Dergiler Haberleri