Sahiden devlet ne işe yarar? Bu soruyu sormanın tam zamanı.
Işık yoksa görme de yoktur değil mi? Mesela gece tam da sofrayı kurdunuz, ailece yemeğe oturacaksınız ya da en sevdiğiniz dizi başlayacak, koltuğa iyice yayıldınız, tabii çocukların ödevleri var, belki sınav haftası, ama tüh! kahrolası elektrikler gitti. İnsan doğası gereği çaresizliği sevmez ama oldu işte. Ve eğer etrafta başka bir ışık kaynağı yoksa, siz o karanlıkla baş başa kaldınız. Aniden bir karanlığın içine düştünüz. Gördüğünüz tek renk siyah. Bir nev’i körlük hâli işte.
Gerçi büyük yazar Jose Saramago, tüm vatandaşların bir salgın gibi kör olduğunu anlattığı Körlük isimli ünlü romanında, körlerin gördüğü rengin siyah değil, beyaz da olabileceğini anlatır. Ama bu onun iddiası, burada edebiyat yapıp makalenin konusundan kaçınmak için kelime çalmak değil niyetim. Ama düşünmek için güzel bir fırsat, hali hazırda zaten gerçekle yalıtılmış olan hayatlarımızın bu defa fiziksel yüzleşmesini de yaşarken beyni yormak ışığımızı çoğaltacaktır.
Şimdi göz nasıl görür buna bakalım.
Görmenin kaynağı ışıktır.
İşte o ışık gelir, korneaya vurur, kornea ışığı büker ve o ışığı gözün arka tarafındaki retinanın üzerine odaklar. Retinanın görevi ise, aldığı bu ışığı elektrik sinyallerine dönüştürmek ve optik sinir vasıtasıyla bunları beyne iletmektir. Beyin işte aldığı bu sinyalleri bir görüntü oluşturmak üzere kullanır. Ortaya en basit tanımıyla beynimizde anlamlandırdığımız ve kendi gerçeğimiz içinde ‘tanıdığımız’ bir görüntü çıkar.
Gözün gördüğü işte budur.
Peki görmediği nedir?
Ya da görme yetisi sağlıklı olan insanların ışık kaynağı varken tamamen kör olma olasılıkları var mıdır? Bu ‘hâl’ nasıl açıklanabilir?
Şimdi göz doktorları kızmasın, onlar mecliste yasa yapabiliyorsa biz de elbet ‘görme biçimlerinden ve körlük hallerinden’ konuşacağız. Latife işte...
Benim merak ettiğim soru şu:
İNSAN GÖRÜYORSA ASLINDA NASIL GÖRMÜYOR?
İçinde yaşadığımız bu büyük kaosu çözmek için perdeyi biraz aralamak gerek. Ama perde dediysek öyle tiyatro perdesi falan değil hani, bildiğimiz gözlerimizin içine kurulan ve bin bir türlü aygıtla adeta oraya işlenen duygu ve düşüncelerin ortaya koyduğu, göz kapaklarını kapatma istenci, göz yumma, yumdukça da gerçekten kaçmak için içimize yumulma.
Adeta bir kaçınma.
Ama neden?
Thomas Hobbes 1651'de Leviathan isimli kitabını yazdığında, bu kitapta insanlar arasındaki iç savaşa yalnızca çok güçlü, yegane ve bölünmemiş bir hükümet veya hükümdarın engel olabileceğini iddia etti. Diğer bir iddiası ile ‘İnsanların, herkesin eşit ve hür olduğu dönemde veya savaş halinde iken korku içinde yaşamakta olduklarından aralarında bir sözleşme yaparak devleti kurdukları’ yönündeki iddiasıdır. Bu iddia, doğa durumuna, yani herkesin aslında bir birinin kurdu olduğuna yönelik sava dayanıyor. Gerçekten öyle mi?
Hobbes’in bu fikri çok tartışıldı, tartışılmaya da değer elbette ama günlük pratiğimize baktığımızda en temel güdülerimizden birinin korku olduğunu söylemek için Hobbes gibi bir alim olmaya da gerek yok sanırım.
Korktuğumuz için göç ettiysek, artık hangi derelerden geçip, hangi dağları aşıp, hangi kanlarla karışıp, neler içip neler yediyse insanların tümü, bir yerlerde buluşup anlaştılar. Yerleşik bir hayat, güvenceli bir yaşam, tehlikeden uzakta ve mülkiyet ilişkileri ile birlikte… Kurallar, kanunlar, din, milliyetçilik vs. hepsi üretildiler ve satıldılar ve kiralandılar ve inanılır ve itaat edilir oldular. İnsanlar bir birlerine karşı ve başka insanlara karşı kendilerini korusun diye, en temelde güvenlik ihtiyacı amacıyla, hayatta kalma güdüsüyle, kurallar ve kurumlar bütünü olarak adına devlet dedikleri aygıtları kurdular.
Bugün içinde bulunduğumuz zor zamanlardan geçerken kendi yurdumuza dönüp baktığımızda bile çok yakından görüyoruz artık. Gözlerimizin önüne düşen görüntüler bizi bize anlatıyor. Kim olduğumuzu, hayatımızı, hayatta kalma mücadelemizi nasıl devam ettireceğimizi sorguluyoruz. İnsanların bazıları bencil ve hatta zaman zaman histerikli bir şekilde acımasızca insanın emeğine kıyıyor, işsiz kalan insanlar, artık açlık ve yokluk yaşayanlar …
Ama bu insanların ceplerinde hayatlarını idame ettirecek gelirleri yokken, devlet denen aygıtın matbaada bastığı kimlik kartları, dairelerde bilgisayar ekranlarında fotoğrafları ve arşivlerde saklanan doğum kayıtları var. Onlar bu tanınmamış ve aidiyet bağları çürümüş ‘devletin’ vatandaşıdırlar.
Toplumsal bir sözleşme ile kurdukları yapının kendilerine bakmadığını, onlar açlık ve yokluk çekerken devletlerinin kendilerini görmediğini, görüyorlar. Onlar ezilenler. Azınlıktalar, temsil edildiklerini sanıyorlar, ama gözlerine perde indirenler tarafından bastırılmış, sindirilmişler, korkuyorlar.
Bir kesim ise hükmedemediği halde hükümet edilmeye alıştırılmış, dünyayı bildiği halde kurulu düzeni içselleştirmiş, kanıksanmış bir vurdum duymazlık içinde bu düzende değiştirmek için tüm demokratik kanalların artık yozlaşmış olduğuna inananlar. Onlar değiştirme gücünü göremeyenler, çaresizler.
Bir de ışık olmasına, ortaya çıkan görüntüye karşılık gözlerini yuman, perdeyi indiren, sorumlu olmalarına, temsilci olarak seçilmiş veya yönetmek için atanmış olmalarına rağmen, ezilenlerin ve çaresizlerin hayatlarını değiştirme güçleri bulunmasına rağmen, görmeyenler var..
Kendisini kocaman bir körlüğün içine hapseden ve karanlığa kapatan insanlardan, devlet çıkmaz.
İşte buradayız.
Devlet olmak istiyorum ama olmamak da istiyorum diyenler arasında. Avrupa hukuku istiyorum ama hukuk olmasa da olur diyenler ile, insan olarak yaşamak istiyorum diyenler ile, insan hakları hukukunu ve özgürlüklerini çiğneyenlere omuz verenler arasında.
Sahtekar bir gölge gibi dolaşıyor etrafımızda görmediklerimiz. Ne anayasalar kalmıştır artık, ne yasamalar, ne hükmedenler ne de hükmedilenler. Çaresizler ve ezilenler kalmıştır işte geriye. O da parçalanmış solun sınıf kavgası.
Şimdi ‘Gören görmeyenler’, sorumluluk almadıkları görünmesin diye, ışığını bile kapatmışlardır bu ada yarısının, sofrada, masa başında, okulda, işimizde gücümüzde karanlıkta kaldık.
Belki Hobbes haklıdır. Devlet olmak için dipten gelen bir dalgaya ihtiyaç vardır.