Şiddet, sosyal ve ekonomik hayatımızı esir aldı. Kimse kendini güvende hissetmiyor. Mesela bir köşe başında elinde pala ile birileri size saldırabilir veya karanlık bir sokakta tacize uğrayabilirsiniz. Özellikle cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin en bariz göstergesi ve aynı zamanda bir insan hakkı ihlali olan kadına yönelik şiddet, halı altına süpürüldükçe daha ağır bir şekilde karşımıza çıkıyor. Cinsiyetçi toplumsal yapının bir parçası olan bu gibi fiillerin hemen hepsinin temelinde güç dengesizliği yatıyor. Kendini daha güçlü gören, diğerini etkisizleştirmeye, ezmeye çalışıyor.
Bu şekilde tanımlandığında, salt bireyler arasındaki bir sorun gibi algılanabilir. Aksine toplumsaldır, politik bir problemdir. Ayrıca biliyoruz ki, kamusal düzeni koruması ve ülkede yaşayanların güvenliğini sağlaması gereken bir yapı var, onu devlet olarak tanımlıyoruz. “Devlet, şiddet uygulamaz mı?” diye soranlar olacaktır. Pek tabi ki uygular ama aynı zamanda önleyici mekanizmaları hayata geçirebilme yetkisine de sahiptir. Mevzuatın yüklediği görevler çerçevesinde; şiddeti önlemesi, hiçbir suçun cezasız kalmamasını sağlaması ve uygulayacağı güçlendirici mekanizmalar ile var olan eşitsizliği gidermesi gerekir. Aksi takdirde sorumluktan kurtulması mümkün değildir. Engellemediği, göz yumduğu veya ihmalde bulunduğu her türlü hak ihlalinde, hesap vermesi gerekir.
***
Kadına yönelik şiddet, ne yazık ki normalleştirdiğimiz toplumsal sorunların başında geliyor. Hemen hemen her gün benzer mahkeme haberlerine rastlıyoruz. Artık göz ucuyla bakıp geçiyor, hayıflanmakla yetiniyoruz. Geçen hafta gündeme gelen Devran Koç meselesi, yürütme organı olan hükümetin de kadına yönelik şiddeti ciddi bir problem olarak görmediğini kanıtlıyor. Meseleyi biraz karıştırsak, ilk işlediği suçun önlenmesine yönelik de bazı ihmaller bulabiliriz ama zaten ardından gerçekleşen olay yeteri kadar ciddi bir sorun. Şiddet uygulayıcısı Koç, daha önce de benzer suçları işleyip hapse mahkûm edilmiş ve yurttaş olmadığı için sınır dışı edilme gerçeği ile karşı karşıya kalmış. Buraya kadar şaşırtıcı bir durum yok. Belli ki tespit edilmesinin ardından polis dosyayı hazırlayıp konuyu yargıya taşımış ve sanık yasalara uygun olarak gereken cezayı almış. Esas önemli olan sonrası.
Her yıl % 50’si fiziksel şiddet olmak üzere, en az 1000 kadın, Polis Teşkilatı içinde bulunan Kadına Karşı Şiddete Müdahale Şubelerine başvuruyor. Bu rakamların buz dağının görünen yüzü olduğunu biliyoruz. Çeşitli sebeplerle güvenlik güçlerine ulaşamayan kadınların sayısı her geçen gün artıyor. Böyle bir ülkede Bakanlar Kurulu, kadına yönelik şiddet suçundan hapsedilen bir kişinin ihraç işlemini durdurdu. Hangi “meşru gerekçe” ile engellendiğini bilmiyorum ama belli ki Koç’u, hapis cezasını tamamladıktan sonra ada dışına gönderilen diğer kişilerden güvenilir buldular. Ne gibi bir meziyeti olabilir ki? Islah mı oldu dersiniz? Sanmıyorum, çünkü şu anki koşullara bakıldığında; dolup taşan, 10 kişilik olarak dizayn edilen koğuşların siyasi baskılarla ilk olarak 14’e, şimdi de 18’e çıkarılmaya çalışıldığı, kapasitenin üstünde insan “barındıran” cezaevinde, sağlıklı bir şekilde topluma kazandırılmanız pek mümkün değil.
İdarenin verdiği bu kararın nedenine ilişkin spekülasyon yapmaya gerek yok. Devran Koç’un Türkiye’ye sınır dışı edilmesini kim, neden engelledi? İhracın gerçekleşmesi için önceki fiilde kadınların öldürülmesi mi gerekiyordu? Kararı alanların bunun yanıtını kamuoyu ile paylaşması gerekir. Sadece onunla da kalmayıp, ciddi bir özeleştiri yapmaları elzemdir. Neden mi? Çünkü itimat edip adada kalmasına imkân yarattıkları kişi, yine kadına yönelik şiddet suçu işledi. Hem de ihraç kararından sonra kayıt dışı olarak, hiçbir yasal statüye sahip değilken.
Netice itibariyle, 15 Şubat 2024 tarihinde gerçekleşen şiddet fiilinin tek sorumlusu Devran Koç değildir. Şiddeti önleyemeyen hatta ona zemin yaratan hükümet üyeleri, ilgili bakanlar ve idareciler de o suça iştirak edenlerdir.