Diaspora insanları üzerine düşündüğümde bazı temel özellikler geliyor aklıma. Kaflarında, bir yurt, bir ulus, bir toplum var ama ülkelerindeki kimlik dinamizmini, değişim ve başkalaşımı kavrama güçlüğü yaşıyorlar genelde. Günümüzden söz etmiyorum. Mobilete ve haberleşmenin daha yavaş olduğu geçen yüzyıl daha çok da kastetmek istediğim. Başka bir ülkede yaşarken sürekli kendi problemli ve yaralı ülkesini düşünme ona gönülden bir bağlılık hali vardır diasporalarda. Kimliklerini korumak adına gittikleri ülkenin insanları ile kaynaşmaktan imtina ederler ve kendi kolonilerini oluşturup bir dayanışma ağı içinde birlikte var olmaya çalışırlar. Oysa ülkelerinde her gün yeni gelişmeler yaşanmakta kimlikler değişime tabi olmaktadır. Çocukluğumda diplomat komşumuzun kızları yakınırdı; Avrupa’dayken anne ve babalarının “Türk kızları açık giyinmez, erkeklerle arkadaşlık yapmaz” diye baskı yaparken Türkiye’ye gittiklerinde bambaşka bir hayat gördüklerinden. Dünya değişti şimdilerde. Dünyanın her bucağında yaşanan bilgimiz dahilinde. Bire bir temas, paylaşılmış bir kamusal alan ve değişimin parçası olmak başka bir durum tabii ki. Yine de geçmişteki akronik diaspora insanları yok artık.
Londra’da yaşayan dayımız Mustafa Gençsoy’un evden kaçan bir çocuk olduğunu düşünürdüm küçükken. Dedemin otoriterliğinden kaçmıştı. Annem anlatırdı: dayım İngilizceden düşük not almış ve dedem ona bütün kitabı iki kez yazma cezası vermiş. Arkadaşları dışarıda oynarken dayımı evde kitabı yazarken hayal ederdim.
Peristerona’daki çocukluğunu anlatırdı ara sıra. Yıllar sonra ona Peristerona’daki eve gittiğimi söylediğimde bahçeye diktiği ağacın hala var olup olmadığını sormuştu sadece. Bir de çok komik bir anı var anlattığı. Yan köydeki Rumlarla su konusunda bir ihtilaf yaşanıyor dayım bir ergenken. Köylüler suyun önünü kesip kendilerine çeviriyorlar. Köyün bir kanaat önderi var “efendi dayı” dedikleri kişi yanılmıyorsam. Onun aklına daha barışçıl bir çözüm fikri geliyor. Köylülerin sabaha doğru suyu çevirdikleri noktada bir mezarlık var. Köyün Kıbrıslı Türk gençleri mezarlığa gidiyorlar ve üstlerinde beyaz çarşaflar var. Her biri bir hayalet yani. Rumlar gelince hayalet tiyatrosu sahneye çıkıyor ve Rumlar tabana kuvvet. Çok gülmüşümdür buna. Silahlarla, sopalarla bulunuyor çoğu kez böylesi çözümler.
Dayım hemen hemen her yıl gelirdi Kıbrıs’a seyahat etmenin güç olduğu 60’lı yılların sonlarında, 70’lerin başında bile. Ne büyük bir mutluluktu onun gelişleri. Konvoy halinde karşılamaya gidilirdi. Bavuldan herkes için çeşit çeşit hediyeler çıkardı. Yemekler, piknikler, buluşmalar örgütlenir ailecek Foto Ümit’e gidilip fotoğraflar çektirilirdi.
Dayımın Londra’da işi gücü Kıbrıs’tı. Kıbrıs Türk Cemiyeti adlı derneğin kurucusu ve başkanıydı. Londra’da Oxford Street’e paralel D’Arblay sokağındaki binada geçerdi günleri. Hep şık takım elbiseleriyle, hep janti…
Şair Osman Türkay’ın da bir odası vardı orada. 13 yaşındaydım sanırım. Dernekte uzun bekleyişler sırasında can sıkıntısından patladığımı görmüş bana bir resim defteri ve boya takımı getirmişti. Türkçe kitap bulsa onu alırdı herhalde. Akına bu gelmişti ve iyi bir fikirdi.
Dayımın aklı hep Kıbrıs’taydı. Hem politik ve sosyal alanda hem de tek tek bütün tanıdıklarına neler olduğunu bilmek isterdi. Onun çocuğu yoktu bizim de ne başka bir dayımız, ne amcamız, ne teyzemiz ne de halamız vardı. Nene, dede, anne, babayı da kaybettikten sonra ailemizin tek büyüğü haline gelmişti. Çevresinde çok sevildiğini, ona saygı duyulduğunu gözlemleyip mutlu olurdum.
Son zamanlarında Londra’da bulunan kardeşim Savaş ona çok iyi baktı. Hastaneye yatışlarında kamerayı açıp konuşturdu bizimle. Ailenin en küçükleri Bulut ve Atlas’ın videolarını izletti ona.
Bir gün onu kaybedecektik elbet ama böyle bir dönemde oluşu ve covid nedeniyle hayatını yitirmesi çok moral bozucu. İki hafta içinde cenaze Kıbrıs’a gelecek, vasiyeti üzerine eşi Omay hanımın yanına gömülecek. Ben adanın Kuzey tarafına geçip son vazifemi yapabilmenin yollarını araştırıyorum. Hoşça kal dayı. İyi insanlar güzel anılarda yaşar hep.