Geçtiğimiz günlerde Avrupa Parlamentosu’nun Genel Kurulunda azınlık ve bölgesel dillerin korunması üzerine yaptığımız oturumda bir kaç aşırı sağcı azınlık dillerini güçlendirmenin “ulusları böleceğini” ileri sürdü ve tabii bu saçma görüşe herkes tepki gösterdi.
Ben, İngiliz tarihçi Lord Acton’un daha 19. Yüzyılda dile getirdiği şu görüşe yürekten katılıyorum: “Bir ülkenin gerçekten özgür olup olmadığına karar vermenin en kesin yöntemi, ülkedeki azınlıkların özgürlük derecesine bakmaktır.”
Parlamentoda dil hakları konusunda yapılan oturum vesileyle Kıbrıs’ın iki dilli ve iki toplumlu bir ülke olduğuna dikkat çektim ve “azınlık dillerinden” bahsetmediğimi, çünkü Kıbrıs’ta Türkçe ve Yunancanın resmi dil olduğunu hatırlattım.
Bu gerçeği dile getirmemin elbette bir nedeni vardı.
Türkçe AB üyesi bir ülkenin resmi dili olmasına karşın nasıl olduysa AB dışında kaldı veya bırakıldı. Bunun bir büyük hata olduğu söyledim ve düzeltilmesini istedim.
Bu konuda verdiğimiz mücadele devam edecektir...
Genel Kuruldaki konuşmamdan sonra beni arayanlar arasında Türkiye’den de insanlar vardı. Belli ki, “milli dilleri” Türkçe ile ilgilenmem hoşlarına gitti.
Fakat şu soruyu sormadan kendimi alamadım: Bu insanlar Türkiye’de azınlıkların ve ana dili Türkçe olmayan diğer dil gruplarının anadillerinde konuşmalarına, eğitim görmelerine razı gelirler mi?
Eskisine kıyasla durum bugün daha iyi olmakla beraber, yıllarca devam eden “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla azınlıklara yapılan baskıları unutmak mümkün değil.
Kürtçeden başka dil bilmeyen Kürt annelerin hapishanedeki evlatlarıyla konuşmalarının yasaklandığını nasıl unutabiliriz?
Milliyetçi saplantılarla azınlıkları ve farklı nüfus gruplarını ötekileştiren, onları “ulusun bütünlüğüne karşı bir tehdit” olarak gösterip “bölücülükle” suçlayan asimilasyoncu zihniyetin yaptığı baskı ve zulüm pek çok ülkede hala devam ediyor.
Bazı ülkelerde bu konuda ileri adımlar atılmış olsa bile, geçmişte yapılan haksızlıkların açtığı yaralar kolay kolay kapanmaz.
Ahmet Kaya’yı düşünün mesela!
Kürt asıllı olduğunu ve yeni çalışmasında sadece bir parçayı Kürtçe olarak seslendirmek istediğini söylediği için nasıl linç edilmekle karşı karşıya kaldığını;
O korkunç ödül töreni gecesinde bir araya gelmiş bulunan şöhretlerin büyük çoğunluğunun “Kürtçe” sözcüğünü duyar duymaz nasıl bir anda faşist bir güruha dönüşüp Ahmet Kaya’yı linç etmeye kalkıştığını;
Yaptıkları iğrenç küfürler öfkelerini kesmeye yetmeyince nasıl hep bir ağızdan marşlar okuduklarını düşünün!
Bu sözsel, kısmen de fiziki linç olayından sonra Ahmet Kaya’nın sürgüne gittiğini ve sürgünde yurt hasretiyle öldüğünü hatırlayın!
Ahmet Kaya’nın Paris’te izlediğim cenaze töreni esnasında kendi kendime mırıldanmıştım: ”Öyle haksızlıklar vardır ki, açtıkları yaraların onarılması mümkün değildir.”
Nitekim Ahmet Kaya sürgünde öldükten sonra TRT 6 Kanalının kurulması ve 24 saat Kürtçe türkü çalması, Ahmet Kaya’nın uğradığı haksızlığı ortadan kaldırmadı!
Yine de, geçmişte yaşanan haksızlıklar karşısında bütünüyle çaresiz olmadığımızı düşünüyorum.
Hatırlamak ve hatırlatmak derman olabilir.
Mağdurların hatırlanmaya ihtiyacı olduğunu unutmamalıyız.
Daha da önemlisi, hatırlamak, mücadelemizin ateşini körükleyebilir.
İşte bu yüzden, bu yazıyı Ahmet Kaya’ya ithaf ediyorum...