İÇİMİZDEN ÇIKANLAR/ Ülviye akın Uysal
(Dilek Karaaziz Şener: Sanat Tarihçi- Akademisyen)
Kendimi tek kelime ile tanımlayacak olsam “Deli” derdim. ( Şimdi herkes soracak ki: insan kendine deli diyebilir mi? Çok rahatlıkla söyler. Neden? Çünkü eğer deli olmasam hayatımın 27 yılını göçte, hem de denizi olmayan, yılın dokuz ayı gri bulutlarla kaplı bir gökyüzünün olduğu şehirde yaşar mıydım? Bunu yapabilmek için ancak “deli” olmak gerek!)
Şu an yaptığım işi yapmasaydım ne olmak isterdim, diye düşünmedim bugüne kadar… İnsanın düşlem dünyası sınırsız ve özgürdür. Buna rağmen büyük hayallerim yoktur, olmadı da; şu an yaptığım işi yapmamış olsaydım, ömrümü Girne’de toprak damlı evimizde yaşayarak ve günlerimi de molehiya ayıklayarak geçirmek isterdim. Özlüyorsunuz; molehiya ayıklamayı da suyuna Yukarı Girne fırınından alınmış sıcak esmer ekmeği batırıp yemeyi de…
Benim gündemimi en fazla meşgul eden, bireysel ölçekte düşündüğümüzde, günlük yaşam rutini içinde gündemim oğlum, ailem ve işimle dolu dolu geçiyor. Evrensel ölçekte düşündüğümüzde gün geçmiyor ki dünyadaki savaşlara, ölümlere, açlığa dair haberleri okumadan geçeyim. Bireysel olarak yaşamımda dünya barışına odaklı yaşıyorum. Öğrencilerime verebileceğim en iyi eğitimi vererek, onları geleceğe hazırlarken Barış’ın kaçınılmaz olduğunu vurgulamaya gayret ediyorum. Sivil toplum örgütü düzeyinde ise AICA-TR üyesiyim. Yani Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği… Her ne kadar aktif olarak görev ve sorumluluklarımı arada aksatsam da, yine de sanata dair her türlü sorunu, soruyu ve piyasadaki sanat etkinlikleri üzerine gelişmeleri yakından takip ediyor, atmosfere biraz da kendi soluğumu ve inandıklarımı bırakmaya -en azından yazılarımla- çalışıyorum. Dünyada olup bitenleri sorun edinmek için sivil tolum örgütüne üye olup, toplu kararlarla hareket etmek, mutlaka çok güzel… Fakat bireysel ölçekte de dünya için yapılacak çok şey olduğuna inanıyorum.
Kayıtsız kalamadığım şey: Adaletsizlik!
En büyük pişmanlığım, cevabımı yazmadan önce iki-üç dakika düşünme ihtiyacı hissettim; diyebilirim ki: Pişmanlıklarım YOK!
En büyük sevincim, o kadar çok ki, oğlum, Elif’im, ailem, dostlarım, arkadaşlarım… Sevincime ortak olan, sevincine ortak eden herkes, her şey… Ama illa ki net bir cevap vermek gerekirse: BABAM (Işıklar içinde uyusun, hayatta ne olursa olsun hep gülümsemeyi bilen, küçücük her şeyle mutlu olan bir Kıbrıslıydı). Hasan Karaaziz’in kızı olmak, onun adıyla yaşamak, en büyük sevincim ve gururum…
Hayatımın dönüm noktasında önemli bir tarih var: 24 Ekim 2002. Emre Umut’un dünyaya gelmesi. Bence insan anne, baba olana kadar geçen süreçte kendi çocukluğunu unutmuş oluyor. Ancak anılar hatırlanıyor çoğunlukla… İnsanın çocuğunun olması, yaşamında önemli bir kırılma noktası ve dünyaya yeniden çocuk gözünden bakabilmeyi öğreniyorsunuz.
Beni en çok etkileyen yazar, eğer, Dünya Edebiyatı söz konusuysa, cevabım Albert Camus. Yazarın ilk “Düğün ve Bir Alman Dost’a Mektuplar”ı okumuştum. Denemedir. Sonrasında diğer kitapları eklendi, okuma dağarcığıma: Yabancı, Veba, Düşüş, Mutlu Ölüm, Sissifos Söyleni, Başkaldıran İnsan… Camus’nün şöyle bir sorusu var: “Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığını varsayarsak, dünyanın absürt (anlamsız, saçma) olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu?” Özellikle Sissifos Söyleni, bu soru üzerine kuruludur. Çocukluğumda, en çok, Yukarı Girne Camii’nden birisi öldüğü zaman okunan Sela beni etkilerdi. Sela, aramızdan birinin daha ayrıldığının habercisiydi. Cenaze duyurusuydu. O zaman annem hepimizi susturur ve kimin öldüğünü anlamaya çalışırdı. Sonra da koşardık yaslı ailenin evine… Ölümü sorgulamayı ve neden, niçin’lerle yoğrulmayı daha küçük yaşlarda içselleştirdim. Bu nedenle Camus’nün sorularını ve yaşama bakışını severim. Her ne kadar futboldan anlamasam da futbola düşkün bir yazara düşkün olmak da absürt sonuçta…
Türkiye yazarlarından da en çok etkilendiklerim: Leyla Erbil ve Ayfer Tunç. Özellikle Leyla Erbil’in Cüce adlı romanı, benim için, külttür. Gözüpek ve pervasız bir dil işçiliği… Bir meydan okuma… Ayfer Tunç’ta ise insan hem kendi gerçeğinin hem de yaşadığı ülkenin “gerçek” denilen katışıksız yaşanmışlıklarının izini sürüyor.
Başucumdaki kitap: Gece uyumadan mutlaka okurum. Saat kaçta yatarsam yatayım, yorgunluktan göz kapaklarım kapansa bile başucumda duran Agatha Christie ve Sir Arthur Conan Doyle (Sherlock Holmes)’dan 3-4 sayfa okumadan uyumuyorum. Aynı kitabı defalarca okurum.
En keyif aldığım müzik: Kulağıma hoş, yüreğime heyecan veren her türlü müziği dinliyorum. Bazen Safiye Ayla veya Müzeyyen Senar dinlerim, bazen de Amy Winehouse’dan “You know I’m no good…” gibi soul tarz hoşuma gidiyor. Müzik evrenseldir.
En son izlediğim film… Öncelikle evde film izlemeyi sevmiyorum. Zaman buldukça sinemaya gitmeyi seviyorum. Fakat ne yazık ki çok sıklıkla gidemiyorum. En son, sinemada, Herkül Özgürlük Savaşçısı, filmini izlemiştim. Brett Ratner’in yönettiği film 2014 yılının en gözde yapımı… En kısa zamanda da Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmine gitmek istiyorum.
Kendim için son aldığım şey, Ankara’nın karlı havalarına hazırlık niyetiyle, el örgüsü, turkuvaz yeşili, çok şık bir eldiven. Aynı gün YKY’nın Kızılay’daki şubesinin önünden geçerken dayanamayıp içeri girmemle ve elimde Güven Turan’ın Çerçevenin Dışından, kitabıyla çıkmamım bir olduğunu anımsıyorum.
Dolabımdaki en gereksiz şey, gerçekten yok. “Gereksiz” hiçbir şeyi almıyorum.
Benim için alınabilecek en güzel hediye, güzel bir söz, içten bir gülümseyiş… (bence en güzel hediye, paha biçilmez ve zahmetsiz, yürekten gelen)
Kendimle ilgili değiştirmek istediklerimin başında çok heyecanlı olmam geliyor. Bazen içten gelen heyecanıma engel olamayarak ağzımdan hiç istemediğim sözcükler dökülebiliyor. Çok fazla dürüstlük işe yaramıyor, günümüzde… Mümkün olsa dilimi mühürledim
Kendimde beğendiğim özellik, Hoşgörü. Hoşgörü ve sabır hayatın kilit noktaları…
Olmasa da olur… Para
Olmazsa olmaz… Sağlık
En iyi yaptığım yemek, dolma (pazı, asma yaprak sarma)
Hayalimdeki dünyayı anlatabilmem için çocuk gözüyle dünyaya bakmak gerekiyor. Büyüdükçe, yol aldıkça hayatta, çocuk gözüyle bakabilmek zorlaşıyor dünyaya… Hayallerimiz de öyle, ya hayal kurmayı erteliyoruz yaş aldıkça ya da öylesine derin ütopyalarda geziniyoruz ki, ucunu ve bucağını dahi bulamıyoruz çoğunlukla… Eğer mümkün olsaydı 1974 öncesi çocukluğuma gitmek isterdim. Girne’deki evimizin bahçesine… Annem, babam ve kardeşimle yaşadığımız o küçücük evin duvarları arasındaki dünyaya… Yan komşumuzda pişen yemeğin kokusunda, yükselen seslerin arasında yeniden bir çocuk olmak Girne’de… Böylesi bir dünyada yeniden yaşamak, hayalden çıkıp gerçek olabilir mi?
Aşk benim için, Andre Breton’un Nadja’ya duyduğu tutkulu ve sudan çıkmış balık gibi bir çırpınış hikâyesidir. Yani sürreal bir süreç… Akıl-duygu, gerçek-düş arasındaki tüm çelişkileri aşmaya çalışan bir bedenin içinde hareket etmektir, aşk… Kim istemez ki, “Soluğumun tükenişiyle birlikte sizinki başlıyor.” demek ve böylesi bir tutkuyla aşkı yaşayabilmeyi…
Onunla çok tanışmayı isterdim, diyebileceğim iki kişi var: Birisi tarihten, geçmişten… Camille Claudel (1864-1943), Rodin’in büyük aşkı, daha doğrusu aşığı… Hayatının otuz yılını akıl hastanesinde geçiren bu kadının yaşam öyküsünü her okuduğumda içime sızı düşer. Otuz yıl, dile kolay!
Diğeri ise bugünden: Almanya Başbakanı Angela Merkel. Benim gözümde, bugün için, dünyanın en güçlü kadını…
Görmek istediğim yer: Eğer sekiz ay önce sormuş olsaydınız, size derdim ki: Michelangelo’nun Vatikan’daki Sistine Şapeli… Gittim, gördüm ve Sistine Şapeli’nin meşhur tavanı altında yaşamımdaki en büyük hayali gerçekleştirdim. Michelangelo’yu öğrencilerime, görerek, hissederek anlatma… Muhteşem bir duygu… Şimdilerde ise Berlin’i ve Stonehenge’i (Salisbury düzlüğündeki Neolitik yerleşim alanı) görebilmeyi çok istiyorum.
Mutlaka yapmak istediğim, yaşlandığımda, bahçesinde mutlaka bir Zeytin Ağacı’nın olduğu küçücük bir evde yaşamak ve Akdeniz’e bakarken huzur içinde, mutlu bir şekilde ölmek…
Son olarak söylemek istediklerim… Kıbrıs’ta BARIŞ engellenemez!