Yıllardır çaresiz bir döngüye hapsolmuşçasına, benzer olaylar karşısında aynı tespitlerden, aynı serzenişlerden, aynı dilek ve temennilerden ibaret bir gündeme sahibiz. Üzüntülerimizi bildirmekten, şikayet yinelemekten öteye gidemeyen, sürekli imkanlarımızın kısıtlılığından dem vuran, öğrenilmiş çaresizliğin esareti altındayız.
Bir felaketle karşılaştığımızda buna yol açan koşulların mutlaka değişmesi gerektiğini, yaşadığımız korku veya üzüntü nedeniyle bir kez daha hatırlıyor, bunu yüksek sesle dile getiriyor, ancak bu duygularımız etkilerini yitirdikten sonra başladığımız yere geri dönüyoruz. Diğer felakete kadar her şeyi erteliyor ve unutuyoruz.
İflah olmaz bir döngü bu, içten içe yıpratan, tüketen ve sonuçta hiç bir yere varamayan. Bir kumar bağımlısının sıfırı tükettikten sonra tövbe etmesi, sonra eline iki kuruş geçtiği anda soluğu makinelerin önünde alması gibi. Kilo problemi yaşayan bir bireyin her pazartesi diyete başlama sözü vermesi, ağır uyuşturucu bağımlısının her defasında “bu son” diyerek madde temin etmesi, sigara müptelasının her yılbaşında bu mereti bırakması gibi.
Korona günlerinde yaşadıklarımız da aslında bu halimizi ortaya koyan bir turnusol kağıdı işlevi gördü. Bir çok ülkede uygulanandan çok daha sert tedbirler alarak vakaları kontrol altına almayı başardık. Ancak süreç boyunca şikayet edilen sağlık sistemimizi, bu veya benzeri bir salgınla mücadele edebilecek kapasiteye yaklaştıramadan, sağlık defterini şimdilik kapattık. Ne de olsa imkanlarımız kısıtlıydı, kaynağımız yoktu, bu yüzden ancak bu kadar olabilirdi.
Tam sayfayı çeviriyorduk ki, bu kez de her zamankinden daha erken gelen yangınlarla yüzleştik. Bir çaresizliğimizle daha, hava sıcaklıklarının yükseldiği ilk günlerde karşı karşıya gelmiş olduk. Her yıl süregelen tartışmalar, yangınlarla mücadelede yetersiz kapasitemiz, insanlarımızın bilinçsizliği ve koordinasyonla ilgili zaaflarımız yine ana gündemimiz haline geldi.
Büyük Beşparmak yangınında 12 yaşındaydım. Yangının toplumda yarattığı travmatik etkinin, o yaştaki imgelemimdeki izdüşümünü çok iyi hatırlıyorum. Çevremde yangının verdiği zararın boyutu, doğanın kendi kendini ortalama kaç yılda yenileyebileceği konuşuluyor, o dönemlerde her şeyle mücadele edebileceklerini hala daha zannetmek istediğim yetişkin insanların çaresiz konuşmalar yaptıklarını gördükçe, bambaşka bir gerçekliğe uyanıyordum. İnsanoğlunun çaresiz kaldığı olayların olabileceğini biliyordum belki ama ilk kez doğrudan tecrübe ediyordum.
Yine o dönemde yapılan tartışmalar, toplumsal dayanışma çağrıları ve başlatıldığı ilan edilen seferberlik, yıllar geçtikçe yerini hep başka bir felaketle yeniden gündeme gelen şikayetler, dilek ve temennilere bıraktı. Her yaz dönemi yaşadığımız irili ufaklı yangınlarla aklımıza gelen imkansızlıklarımız, bir türlü toplumsal dayanışma gösteremeden, gerekli politikaları uygulayamadan sonuçlanan kısır döngümüz...
Ne olursa olsun bu yangınlar sonrasında başka bir felakete kadar her şeyi unutup, sonra yeniden aynı sorunları tartışmak üzere en başa dönmememiz lazım.
Yangın risklerini düşürecek tedbirleri planlayıp, bunları kararlılıkla uygulamamız, mücadele kapasitemizi artırmanın, koordinasyonsuzluğu ortadan kaldırmanın yollarını bulmamız ve toplumdaki bilinç düzeyini artıracak uygulamaları yerleştirmeyi başarmamız lazım.
En genelde de çevre ile ilgili sorunları ikincil sorunlar olarak görmekten vazgeçmemiz, başka bir deyişle “çevreye yatırım yapmayı” öğrenmemiz lazım.
Aksi yine şikayet, dilek ve temenniler. Sonrasında ise bir sonraki felakete kadar kapanış...